Sunday, August 2, 2009

adam, kadın ve diğerleri.

merhaba dünyalılar,

Bir hikaye daha:

Adamın herhangi bir gün gibi o gün de canı sıkılıyordu. Her zaman canı sıkılmazdı ama canının sıkılması için özel bir sebebe de ihtiyaç duymuyordu. Canını sıkan şey canının sıkılmamasıydı. Bu ve benzeri düşünceler kafasının içinde devinirken ve canı fena halde sıkkın olarak evden çıkmaya karar verdi. Kapıyı sağ eliyle açtı ve buna da canı sıkıldı çünkü kendisi solak olmasına karşın kapının kolu da soldaydı. Eve ikinci bir kapı yaptırmayı düşündü, eğer kapı kolu mevcut kapıdakinin tersi yönünde olan bir kapısı daha olursa eve hem girerken hem de çıkarken sol eliyle kapıyı açabilirdi. Bu dâhiyane fikrinden dolayı kendini kutlayarak ve o kadar da akıllı olmayan her insan gibi dahi olduğundan kesinlikle emin olarak bir sigara yaktı. Sigaranın ilk nefesini çeker çekmez sıkıntısını unuttuğunu hatırladı, sıkıntısını unutması canını biraz daha sıktıysa da bu konuya fazla takılmadı. Canı fena halde sıkkın, sigara içen ve dahi olduğuna yürekten inanan ama aslında pek de zeki olmayan her insan gibi çevresine bakındıktan sonra aklına gelen ilk dâhiyane fikri uygulamaya koymak amacıyla bir taksi durdurdu ve durdurmakla da yetinmeyerek aynı taksiye bindi. Taksicinin, kim olduğu belirsiz olmakla beraber şarkı sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla hayatın sillesini yemiş olup buna isyanı olduğunu haykıran fantezi-pop olduğunu tahmin ettiğimiz bir tür şarkı söyleyen bir adamın gürültüsüne aldırmayarak radyonun sesini kısmaması sonucu bağırarak sorduğu "ne tarafa?" sorusu dâhiyane fikrinin o kadar da dâhiyane olmadığını - doğal olarak kendisi bunu fark etmedi - kanıtlarcasına nereye gideceğine henüz karar vermediği gerçeğini ortaya çıkardı. Bozuntuya vermemek için taksiciye devam etmesini, gereken komutları zamanı gelince kendisinin ona bildireceğini belirtti. Taksicinin "yok ağabey bu saatte minibüs caddesi tıkalı olur o açıdan yani!" şeklinde belirttiği olağan trafik raporunu duymamış gibi yaparak, daha doğrusu duyarak fakat bir şey yapmayarak camdan dışarıya son derece gereksiz ve anlamsız bakışını sürdürdü. Yarım saat kadar sonra taksicinin haklı olduğu, gerçekten minibüs caddesinin tıkalı olduğu, Fenerbahçe'nin de Galatasaray'ın da ligde bu hafta berabere kaldığı ancak taksicinin Beşiktaş'lı olması sebebiyle buna sevindiği, taksicinin günde üç paket sigara içtiği gibi gereksiz bilgileri edinmiş ve iki sokak ilerlemiş olarak taksiden indi. Yürüyerek daha çabuk ilerleyeceğini ve zaten acele etme ihtiyacı olmadığını düşündü. Hem zaten belli bir yere ulaşmak amacında değildi. Bir süre sonra başlayan yağmurdan korunmak amacıyla ilk gördüğü kafeye girdi.


Kadının sinirleri tepesine çıkmıştı. eski sevgilisi olacak o hayvanın, eski sevgilisi olacak o hayvanın yeni sevgilisi olacak o dingildek kıçlı şırfıntının -ki o dingildek kıçlı şırfıntı eski ev arkadaşıydı-, evrimini tamamlayamadığı su götürmez olan ev sahibinin ve de patronu olacak dangalağın nefes alıyor olması bile sinirlenmesi için yeterli sebepken bir de evde kahve olmaması gibi sinir zıplatıcı bir durum gündeme gelmişti. Kahve içmesi hayati bir zorunluluk olduğundan, kendi akıl sağlığını korumak ve karşısına çıkabilecek kimi insanların durduk yere cinayete kurban gitmesini önlemek amacıyla evden bir önce çıkıp bir fincan kahveye ulaşma kararı aldı. Eski sevgilisi olacak o hayvanın, eski ev arkadaşı olan o dingildek kıçlı şırfıntıyla birlikte olmak amacıyla onu terk ettiğinden beri sinirleri böyle bozuktu. İlk zamanlar sadece bu olaya yönelmiş olan kızgınlığı aynı sebepten cinsel hayatının da oldukça durgunlaşması sonucu hayatın geneline yayılmış hiper saldırgan bir tutuma dönüşmüştü. Ancak sabah sabah küt diye sevişecek birini bulması çok da kolay olmadığından, ayrıca bu sorunun farkında olmadığından dolayı daha kolay bir çözüm olan kafein sigara kürünü uygulamak üzere en yakın kafeye gitme kararlılığıyla yürümeye başladı. Evinin yakınlarında hiç kafeye gitmediğinden ne tarafa gideceğinden emin olmayarak ana caddeye yöneldi. Hayatındaki tüm bu aksilikler yetmezmiş gibi cart diye yağmur yağmaya başlamıştı. oysa yağmurun cart diye yağmaya başlamak gibi bir alışkanlığı olmadığı bilinen bir gerçektir, yağmurun yağması için önce suyun buharlaşması, havadaki nem oranının bu yolla artması ve daha sonra yer değiştirmekte olan hava kütlesinin düşük ısıdaki bir yüksekliğe ulaşması, su buharının yoğunlaşarak damlalar halinde yere inmesi gerekir. Fakat siz de takdir edersiniz ki sağanak yağmura yakalanan insan bu ilginç ve hayranlık verici doğa olayını düşünerek zaman kaybetmez, bir an önce kapalı bir mekâna ulaşma dürtüsünün dürtmesiyle yağmurdan kaçar. Kadın da bu dürtmenin etkisiyle adımlarını sıklaştırdı. Karşısına çıkacak ilk kafeye girme kararı karşısına bir kafe çıkma olasılığını arttırmadığı gibi karşısına bir kafe çıkması yönünde bir beklenti oluşturduğu için gitgide sinir oynatıcı bir fikir haline gelmeye başlamıştı ki köşede bir kafe olduğunu gördü. Adımlarını hızlandırdı ve nihayet kapısına ulaştığı kafeden içeri yıldırım gibi girdi.


Devam edecek...


Friday, July 31, 2009

paskalya yumurtası ve sekiz dikiş

Merhaba dünyalılar,

Bir süredir yazı ekleyemiyordum fakat döndüm, bu da ısınma amaçlı olsun. Sette sıkılırken yazdığım bir hikayecik:

Ben ilkokula başlarken -evet o zamanlar ilkokul diye bir şey vardı, buralar hep dutluktu ve Beyoğlu'na kravatsız çıkılmazdı- kimi kuzenlerimin, annem ve babamın kimi arkadaşlarının çocuklarının devam ettiği bir okula kayıt oldum. Aslında ben olmadım tabi, olduruldum. Bu kimi kuzen ve tanıdık çocuklarının tamamının benden iki üç yaş büyük olmaları okul içinde sınıf arkadaşlarım ve bizden bir iki yaş büyük olanlar arasında belli bir dokunulmazlık kazanmama yeterli sebep teşkil etti. Ben her çocuk gibi dangalak olduğumdan (tamam ortalama bir çocuktan daha dangalaktım) bu durumun farkına varır varmaz olayın bokunu çıkartmayı kendime görev edindim. Okulda sınıf arkadaşlarım olsun, başka sınıflardan kimi öğrenciler olsun elimden gelen herkesi sinir etmeyi kısa zamanda başardım. Kabul ediyorum ben zaten bunları yapacak kadar denyo bir çocuktum, ancak bu dokunulmazlık kendimi aşmamı ve kitlelerin nefretini kazanmamı sağladı. Neyse, benim psikolojik terorüm okulda tam hızıyla eserken günler ayları, aylar seneleri kovaladı ve beni seven son kuzenimde ikokulu bitirip ortaokula ulaştığı esnada ben henüz üçüncü sınıftaydım. Benim kendini bilmez tavrım üçüncü sınıfta da devam edince kimi okul arkadaşlarım ilk dönemin sonlarına doğru artık dokunulmaz olmadığımın ayırdına vardılar. Ne acıdır ki ben henüz bunun farkına varmamıştım. İşte bu koşullar oluşmuşken ve bir kış günü, okul bahçesinde kimbilir hangi sınıftan Elif adlı bir kızı nedendir bilinmez kovalarken beşinci sınıflardan bir çocuk tarafından çelme takılmak, dördüncü sınıflardan bir diğeri tarafından itilmek suretiyle alnımın çatını her okul bahçesinde bulunan Atatürk büstünün bizim okul şubesini çevreleyen demir parmaklıklara gömüyorum. Hemen ardından ayağa fırladığım gibi çelme takan hıyarın peşine takılıyorum. Az önce kovaladığım Elif: "Volkan alnın!" şeklinde beni nazikçe uyarıyor, bunun üzerine elimi alnıma dokunduruyorum ve elime gelen ılıklığın ne olduğunu anlamak için elime baktığımda karşılaştığım kızılı koyu bir karanlık takip ediyor. Gözümü açtığımda bir hastahanedeyim alnıma sekiz dikiş atıldığı anlaşılıyor, üstelik beni kan tuttuğunu da öğrenmiş oluyorum. Beni okuldan hastahaneye ve oradan da eve taşıyan görevli eşliğinde taksiye binip eve ulaşıyorum. Apartman girişinde zile basınca diafondan annemin sesini işitiyorum. Annem normal olarak "kim o?" sorusunu soruyor, "Volkan" şeklinde cevap veriyorum. Annem "bu saatte neden geldin?" karşı atağını geliştiriyor. "alnım yarıldı" cevabıyla skor avantajını elde etme niyetindeyim, ancak annemden cevap gelmiyor. Beş dakikalık bekleyiş sonrası üst komşumuz Madam Maria'nın zilini çalıyorum. Madam Maria üst komşumuz olmakla yetinmeyip her Paskalya bana Paskalya yumurtası getiren sevimli ve antik bir ihtiyar. Nedense Madam Maria kim olduğumu sormadan kapıyı açıyor. Ben apartmana girip bizim kata çıkıyorum, annem açık daire kapısının içinde hareketsiz yatıyor. Korkunç şeyler aklıma geliyor, panikle Madam Maria'ya çıkıyorum, birlikte aşağı iniyoruz. Madam Maria'nın tetkikleri sonucu annemin baygın olduğu anlaşılıyor. Eyüp Sabri Tuncer'in de yardımlarıyla annem ayılıyor. Annemin bayılma sebebinin benim "alnım yarıldı" beyanatımı kendisinin "karnım yarıldı" şeklinde algılaması olduğu anlaşılıyor. Annem kendine gelir gelmez Madam Maria yorgun olduğu gerekçesiyle uyumak için evine çıkıyor. Annem kendisini ertesi gün çaya çağırıyor. Madam Maria ertesi gün çaya gelmiyor çünkü o gün yattığı uykudan hiç uyanmıyor. O günkü yarığın izi hala alnımda duruyor ve bir daha kimse bana paskalya yumurtası getirmiyor.

Tuesday, July 14, 2009

Yağmurda sigara içmek zor zanaat

Merhaba dünyalılar,

gene bir hikaye:


Meraklısı bilir, yağmur yağarken sigara içmek zor meseledir. Sigaranın sağının solunun ıslanması bir yana kimi eşoğlu damlalar sigaranın tam ucuna düşme eğilimindedirler. Bu olay gerçekleştiği taktirde o sigaranın beyin ölümü gerçekleşmiş demektir, yani hayır beklemeyin. İşte beni bu ve benzeri düşüncelere gark eden eşoğlu bir yağmur damlası tam da sigaramın ucuna isabet ettiğinde evden henüz çıkmıştım. Üstelik yazın tam da göbeğinde yağması son derece anlamsız olan bu yağmur iliklerimin ırzına geçmeye çalışırken ben evin içinde unuttuğum anahtarları hatırlayarak dolu dolu bir hassiktir patlatmak suretiyle yandan geçen teyzenin kınayan bakışlarını üzerime çekerek günlük karmamı eksi değerlere taşıdım. İşte kusursuz gün başlangıcı... Bu dangalak yaz yağmurunun İstanbul'a yaptığı tropik muamele de anlaşılır değil. Artık hangi dağa çarpıp irtifa kazandıysa o şuursuz bulut, bu dangalak yağmur kendini muson yağmuru zannediyor. Ulan İstanbul'un göbeğindeyiz ne musonu? İstanbul musonu son sürat yağmaya devam ederken arabaya ulaşıyorum nihayet, arabanın kapısı, yağmur yüzünden bana acımış olacak ki nazlanmadan açılıyor. Olacak iş değil, Ender ayısı kapıyı bir daha açılması hiç gerekmiyecekmiş gibi bütün ayılığıyla ve 125 kilo olmasından gelen kudretle yerine gömdüğünden beri kapı açılmamak için kanının son damlasına kadar direniyor kimi günler arabaya sağ kapıdan girmek zorunlu olabiliyor. Kapının açılmasının sevinci marşa bastığımda arabanın Darth Vader'a dönüşmesi ve can çekişircesine hırlamasıyla son buluyor. Bu işte bir bokluk olduğunu tahmin etmeliydim, adi araba çalışacak olsa aşağılık kapı neden açılsın? Adi arabaya küfretmeyi gereksiz bulsam da içimi rahatlatmak için adi arabaya, onu imal eden üretim bandına, tasarlayan mühendise ve onu satın alan bendenize basıyorum kalayı. Adi arabanın içinde olduğum için küfrün duyulma olasılığı yok rahatlığındayım. Küfürü basmak rahatlama sağlamıyor, çok acilen Çengelköy'de olmam gerekmekte ve ben hala Erenköy'deyim. Aceleyle kapı koluna sarılıyorum ve elbette açılmıyor. Kapıyı kırıp arabayı ateşe vermek istiyorum, fakat bunun yerine sağdaki kapıdan çıkıp bir taksiye binmekte karar kılıyorum. Yağmur yağarken İstanbul'da taksi bulmanın ne kadar zor olduğunu unutmuşum. Bilen bilir İstanbul'un taksileri sabundan yapıldıkları için yağmurda yok olurlar. Azmim ve inancım sayesinde bir taksi bulabilmeyi başardıktan hemen sonra taksicinin müzik olduğuna inandığı gürültüye rağmen telefonumu cebimden çıkarıyorum. Ana fikir Leyla'ya ulaşmak, yan fikir telefon bahanesiyle taksiciye gürültünün sesini kıstırmak. Taksici telefonla konuşmam bahanesini beklenmedik bir şekilde anlayışla karşılıyor, demek müzikten anlamaması laftan anlamamasını gerektirmiyormuş. Ancak Leyla telefonun ucunda benzer bir anlayış sergilemiyor, üstelik kendisi müzikten anlayan bir kişi. Leyla kim ve neden arıyorum diye soracak olursanız cevaplar basit; Leyla benim üç hafta önce ayrıldığım kız arkadaşım oluyor, arama sebebim ise kendisinin bana iade etmediği ev anahtarlarım. Malüm anahtarları evde unuttum. Ancak Leyla anlaşılmaz bir gerginlik içinde, tamam o kadar da anlaşılmaz değil; üç haftanın sonunda anahtarı geri istemek için aramama kızıyor. Ayrıldığımıza bir kez daha memnun oluyorum, fakat anahtarları almak istediğim için bunu ona çaktırmamak niyetindeyim. Bu öğleden sonra Antalya'ya uçağının kalkacağını ve iki hafta orada kalacağını, anahtarı almak istiyorsam öğlen birden önce evine gitmem gerektiğini belirtiyor. İşimin on ikide biteceğini ve birden önce orada olacağımı bildiriyorum, telefonu nazikçe suratıma kapatıyor. Kırkbeş dakika sonunda Çengelköy'e ulaşıyorum. Ancak set kurulması gereken yerde değil. Ortalıkta kimse olmadığından biraz kıllanıyorum elbette. Haman reji asistanı Başak'ı arıyorum, Başak çok da başarılı olmayan ve biraz da bu sebeple günde dört kere ağlayan salak bir reji asistanı. Başak ile girdiğim dialogdan bu günkü program değişikliğini bana haber vermeyi unuttuğu anlaşılıyor, kaçınılmaz olarak sinirleniyorum. Evde unuttuğum anahtarın, salak İstanbul musonunun, adi arabanın, ve gergin Leyla'nın acısı istemeden de olsa Başak'tan çıkıyor. Bağırışlarım karşısında ağlayarak özür dilemeye başlayan Başak'a üzülüyorum, bu arada demek böyle böyle ağlıyor bu kız diye düşünüyorum. Yapacak bir şey yok, telefonu Başak'ın yüzüne kapatıp tekrar taksi aramaya başlıyorum, yağmurun durmuş olması avantaj. Demek ki bu gün tek işim Leyla'ya gidip anahtarı almak, arabayı da yaptırmak gerekebilir elbette. Önce yemek yemeğe karar veriyorum. Sahil kenarında uygun bir restoran bulunabilir, taksi arayışına son veriyorum. Derhal deniz kenarına yöneliyorum. Kısa bir yürüyüş sonrası en hijyenik ve eli yüzü düzgün görünen ertorana giriyorum. Denize en yakın masaya konuşlanıyorum. Salak suratlı bir garson yanıma yaklaşıyor. Yüzündeki sırıtış az sonra kuracağı cümlelerde zeka pırıltısı beklememem gereğini daha da belirginleştiriyor. Salak garson iyi günler diledikten hemen sonra beni tanıdığını, televizyonda gördüğünü söylüyor. Hayır diyorum, o ben değilim. Sadece çok benziyorum. Salak garson hayal kırıklığı ve şüphe karışımı bir ifadeyle siparişimi soruyor. Kimi deniz ürünleri ve bir duble rakı ihtiyacında olduğumu belirtir belirtmez garsonun rakı ve saatin erkenliğiyle ilgili muhalefetiyle karşılaşıyorum. “Sana ne lan karaciğer benim değil mi?” demiyorum elbette, onun yerine “balık yiyesim var fakat rakısız balık mundar olur.” diyerek onu savuşturuyorum. Kimi sigaralar eşliğinde geçen yarım saatlik bir bekleyiş sonrası balığa kavuşuyorum. Bu esnada ikinci duble nihayete ermiş bulunuyor, üçüncüyü siparişliyorum. Balık beklediğim performansı göstermeyince yarısında sigaraya geri dönüyorum. Yarım çipura, dört duble rakı ve roka salatasından oluşan hesabı ödedikten sonra restoranı terk ediyorum. Amaç taksi vasıtasıyla Leyla'ya gitmek ve anahtarı almak. Yola kadar yürüyorum, taksi bulmak yağmur yağmamasına rağmen kolay olmuyor. Nihayet bir taksiye kavuşuyorum. Haber dinleyerek Cihangir'e ulaşıyoruz, taksi parasını öderken bu gün taksi maliyetinin hiç gerek yokken at, deve ve de dinozor ebatlarına ulaştığını düşünüyorum. Leyla'nın zilini çalıyorum, beklendiği üzere Leyla beni beş dakika kapıda beklettikten sonra otomatiğe basıyor. İçeri girdiğimde yoğun bir puro kokusuyla karşılaşıyorum. Leyla'nın puro içen bir insan olmadığının bilincindeyim, peki bu koku nereden geliyor derken salonda oturan Ayı Ender ile karşılaşıyorum. Ender ayısının Leyla'nın salonunda bornozla oturması eğer elinde tüttürdüğü benim Leyla'da kalan toskana purolarımdan biri olmasaydı pek sorun olmayabilirdi ama benim puromu eski sevgilimin evinde bornozla otururken içmesi bende Ender'i öldürme duygusunun gelişmesine sebep oluyor. Ender'in yüzündeki ifadeden benim geleceğimden haberi olmadığı anlaşılıyor, Ender'in bu şaşkınlığından yararlanıp elindeki puroyu kapıyorum. Durumdan çıkardığım sonuç şu Leyla bu Ender ayısını apar topar eve atmış, Ender'e de benim bu gün buraya geleceğimi belirtmemiş. Demek ki anafikir beni gıcık etmek, lakin neden gıcık olayım ki? Seni ben terk ettim salak karı! Derken Leyla “Işık, açıklayabilirim!” diyor. Ben de “Açıklayabileceğini hiç sanmıyorum, bu herif neden benim purolarımı içiyor ulan?” şeklinde cevap veriyorum. Leyla bir an donuyor, bütün bu olayda benim sadece purolarla mı ilgilendiğimi soruyor, “Evet.” diyorum, “neyle ilgilenebilirim ki? Purolarıma ne kadar önem verdiğimi biliyorsun.” diyorum, Leyla ağlamaya başlıyor, ben anahtarımı anahtarlıktan alıp evden çıkarken Ender'e: “Dikkat et, Leyla da AIDS var” diyorum, Ender “Ne AIDS'i ulan? Sen nereden biliyorsun?” diye soruyor, “Ben bulaştırdım.” diyor ve evden çıkıyorum. Kapıdan çıkar çıkmaz bir sigara yakıyorum ve hemen arkasından engelleyemediğim bir gülme krizine giriyorum. Kahkahalar atarak yolda yürürken yağmur başlıyor ve şuursuz bir yağmur damlası tam sigaramın ucuna düşüyor.

Sunday, June 21, 2009

gölgede otuzsekiz derece

Merhaba dünyalılar,

bu da hikaye gibi ama değil gibi de, bilemedim:


Havanın sıcaklığı zaten çekilecek gibi değil, üstelik anarşist beyin damarlarım ısrarla ve mütemadiyen spazm geçirmekteler. Koltukta yatay konuşlanmış olduğum halde kapısı açık olan balkona bakıyorum. Balkonda ilginç bir durum yok, ben de boş boş bakıyorum zaten. Derken balkona gürültülü bir şekilde mecburi iniş yapan kargayla göz göze geliyoruz. Mecburi kargamız büyük olasılıkla balkonun müdavimlerinden, o ve arkadaşları için balkonda sabit bir su kabı mevcut, ondan kelli bizim balkona düzenli olarak uğrayan kimi kargalar var. Mecburi'nin de o ekipten olduğunu tahmin ediyorum. Görünüş itibariyle arkadaşlarından ayırabileceğimiz bir durumu yok; rengi siyah, kanadı, gagası falan var, bildiğin karga işte. Mecburi ile göz temasımız bir süre daha devam ediyor. Neden sonra artık benimle ilgilenmemeye başlıyor, su içiyor, balkonda volta atıyor, bir de arada bir iç çekiyor.


Artık ne derdi var garibin bilemiyorum. Mecburi'nin balkonda iç çekerek volta atmasını izliyorum, üstelik çok mutsuzum ve fakat kimseye anlatmamışım derdimi, anlatmaya dilim varmamış. O kadar zaman içimde tutmuşum ki kabak Mecburi'nin başında patlıyor: “Dinle lan Mecburi!” diyorum, “Anlatacağım.” Mecburi de bir bok anlamış gibi bana bakıp: “Gak!” diyor. Bu nidayı “Anlat abi” olarak yorumluyorum, ve başlıyorum anlatmaya: “İşte ben birini kaybettim Mecburi, yastayım.” diyorum. Bizimki “başın sağ olsun abi.” mealinde bir “gak” sesi çıkarıyor. “Yok oğlum öyle değil, ölmedi ki...” diyorum, “Şimdi bak, çok sevdiğim biri bu. Zaten kendisinin kaybolduğundan haberi de yok, kendi kendime sanki bulmuşluğum varmış gibi kaybettim duygusuna kapılıyorum” Mecburi gözlerini ayırmadan bana bakıyor, “anla be Mecburi, vaz geçiyorum birinden işte, olandan ben memnun değilim, olmayan zaten namevcut.” Mecburi gene iç çekiyor. “haklısın aslanım.” diyorum, “ama hayat böyle boktanlıklar yapıyor, olmuyor bazen.” Mecburi'nin en güncel gaklamasını “abi manyak mısın? Bu kadar üzülüyorsan neden böyle bir bok yiyorsun ki?” olarak algılıyorum. “Öbür türlü de kötü be Mecburi.” diyorum, “Oğlum bak sandığın gibi değil, sevgilimden falan bahsetmiyorum. Bildiğin arkadaşım bu.” Mecburi “arkadaşından mı ayrılıyorsun?” dercesine gözlerime bakıyor. “Bak böyle söyleyince tuhaf oluyor ama var böyle bir şey, olabilir yani. İnsan arkadaşından da ayrılabilir bazen. Zaten asıl mesele arkadaş olamamamda, olmayı beceremememde.” diyorum, anlamıyor. “Bak bazen güzel şeyler de insana, ya da kargaya, zarar verir. Mesela rakı şahane bir şeydir, ama her akşam iki büyük içersen olmaz. Arada bir iki tek atarsan neşe verir, damarları genişletir. Doktorlar bile diyor lan.” “abi ben hiç rakı içmedim ki bilemem” anlamında gaklıyor bizimki. İçim burkuluyor, kendime bir duble alıyorum, ufak bir kase içinde de Mecburi'ye veriyorum: “Şişede durduğu gibi durmaz dikkat et” diyorum. “Bak, nasıl güzel birşey, ama sınırı bilmek lazım. İşte ben sınırı bilemiyorum, hafta sonu iki kadeh istemiyorum. Rakı sofrasına oturup hiç kalkmamak istiyorum. Lakin rakının tavrı bambaşka; arada bir tek atmalı ona kalırsa. Ben de o zaman hafta sonu da içmem lan dedim kendi kendime. Olacak gibi değil çünkü, bütün kalan zamanlar rakı beklentisi... Hem rakının olayı zahmetli bir kere; sofra hazırlayacaksın, mezesiydi, meyvesiydi. Sonra uzun sürer, sonuna kadar oturacaksın, muhabbet ister. Ya bira öyle mi? Her gittiğin yerde bir tane yuvarlayabilirsin. İçtiğin biralar arasında husumet de çıkmaz.” diyorum. “bundan sonra bira aslanım. Hem kafam rahat olur.” “Aynı şey mi abi? Kendini kandırıyorsun bence.” dercesine iç çekiyor. “Biliyorum be Mecburi, ben rakıyı sevdim diye rakının da beni sevmesi şart değil biliyorum da... Kendine yalan söylemek gerekiyor bazen de...” Bakıyorum Mecburi de dertleniyor, iç çekiyor gene oradan anlıyorum. “Canını sıktım durduk yere, kim bilir ne dertlerin vardır senin de.” diyorum, Mecburi suskun, ben de susuyorum.


Başım ağrımaya, güneş İstanbul'a büyük sahara muamelesi yapmaya devam ediyor, ben kendimi bok gibi hissediyorum. Hiç konuşmadan rakılarımızı içiyoruz. Sonra Mecburi iç çekiyor.

Wednesday, June 10, 2009

Tiyatro, kız çocuğu ve diğer önemsiz şeyler

Merhaba dünyalılar,

bir hikaye daha:


Yeni kurulan ödenekli bir tiyatronun sahnesindeyiz, salon sekiz yüz küsür kişilik, yani oldukça büyük sayılır. Sahnede kimi oyuncular bir tür prova yapmaktalar. Bir tür prova diyorum çünkü seçmeler yapılmış ancak ihtiyacın iki katı oyuncu alınmış. Sahnelenecek oyunların provaları esnasında kadro belirlenecek, beğenilmeyenler kadroya giremeyecek. Bu sebepten tüm oyuncular gergin ve hemen hepsi kendini göstermek için kıçını yırtıyor. Üç tip hariç. Bu üç tip salonun ortasında koltuklara oturmuş muhabbet ediyorlar. Hal ve tavırlarında net bir ukalalık gözlemleniyor.

Bu tiplerden ilki Savaş isimli, uzun boylu, yakışıklı bir delikanlı, üç arkadaş içinde en rahat görünen o. İkincisinin adı Muharrem ve kaçınılmaz olarak arkadaşları tarafından Muko olarak çağırılıyor, orta boylu hafif tombul, yakışıklı değil ama sevimli bir arkadaş. Üçüncü tip ben oluyorum. Savaş, Muko ve ben yakın arkadaşız ve daha önce aynı sahneyi paylaşmışız. Zaten rahatlığımız da buradan geliyor çünkü salonda seçmelerden gelmeyen yegane üç insan biziz. Geçen tiyatro sezonunda oynadığımız oyun turneye bu sahneye de gelmiş ve tiyatro müdürü bizi yeni kurulan tiyatroda görmek istediğini belirtmiş. Tiyatroya torpille girdik de diyebiliriz. Önceden de tanıştığımız için provalar esnasında kimseyle muhabbet etme gereği hissetmiyoruz. Provalar başlayalı üç hafta olmuş. Savaş'ın başka şehirde yaşayan bir sevgilisi var, benim kız arkadaşım on gün kadar önce beni terk etmiş, Muko'nun hiç kız arkadaşı olmamış ancak bunun değişeceğine inancı sonsuz.

Bu esnada sahnede Çehov'un Martı isimli oyunu prova ediliyor, ben Muko'yla koyu bir muhabbet içindeyim, dolayısıyla provayla ilgilenmiyoruz. Savaş muhabbete katılamadığından olsa gerek, provayı takip ediyor. Sahnede genç bir kız “Nina” rolü için deneniyor. Neden sonra Savaş:

- “Psst! Bu kız tam senlik.” diyor, cümledeki "sen" ben oluyorum.

Bunun üzerine sahneye bakıyorum. Sahnenin ortasında ufak tefek bir kız ayakta duruyor. Kızın üzerinde yeşil bir bluz, altında siyah tayt ve ayaklarında yeşil konversler var. Saçları kızıl ve kıvırcık, çok güzel bir yüzü, ufacık burnu, ufacık burnunun üzerinde minnacık bir beni var. Kız:

- “Bir martıyım ben, yo hayır bir aktristim, öyle değil mi?” diyor.

Kızın söylediklerinin konumuzla bir ilgisi yok, Dr. Çehov'un sözleri onlar, ancak kızın ağzına fena halde yakışıyorlar, ya da bana öyle geliyor. Gözlerimi kızdan alamıyorum. Kalp atışlarım hızlanıyor, yüzümün kızardığını hissediyorum. Bana ne olduğunun henüz farkında değilim. “Kim bu kız çocuğu?” diye düşünüyorum. Bu esnada Muko:

- “Oha! Oğlum bu kız çok güzel” diyor, ben bir şey diyemiyorum.

Prova'ya ara veriliyor. Muko, ben ve Savaş öğlen yemeğine gidiyoruz. Muko kızla nasıl tanışabileceği konusunda fikir yürütüyor, Savaş onu ciddiye almıyor, ben alıyorum. Nedense:

- “Nedir abi, git tanış işte” diyorum.

Muko:

- “Evet abi, ne kaybederim ki?” diyor, bu kadar kolay ikna olmasına gıcık oluyorum.

Yemekten sonra üçümüz birlikte tiyatroya doğru yürüyoruz. Yürürken de tiyatro ortamında sosyalleşme gereğinden dem vuruluyor. Yol üzerinde tiyatrodan kimi insanların bir kafede çay içtiğini görüyoruz, Kız Çocuğu da orada. Muko yanlarına gitmemizi istiyor ben karşı çıkıyorum. Savaş'ın da Muko'yu desteklemesiyle yanlarına gitme kararı alıyoruz. Biz daha bu kararı alırken gruptan birileri bize el sallıyor. Karşılık veriyoruz. İçeri girip yanlarına oturuyoruz. Nedense onlar isimlerimizi biliyorlar, ben kimsenin ismini bilmiyorum. Tanışıyoruz, Kız Çocuğu, Fatih, Esma, Simge. Simge dışındakiler önceden tanışıyorlarmış, seçmelere birlikte girmişler. Fatih biraz hıyar bir tip, Esma yaşça hepimizden büyük, Kız Çocuğu benden bir yaş küçük. Bense yirmi yaşındayım henüz. Bir kahve içimlik süremiz var. Vaktimiz anca tanışma faslına yetiyor. Kız Çocuğu neredeyse hiç konuşmuyor, utanmış gibi. Utangaç bir tip olduğu anlaşılıyor. Bu arada Muko seri saçmalıyor, Savaş buna çok gülüyor, ben durumu kurtarmaya uğraşıyorum. Sonra hep birlikte tiyatroya dönüyoruz. Provaların bu kısmında biz sahneye çıkıyoruz, Muko'yla ben aynı rol için deneniyoruz. Muko nedense heyecanlanıyor, ben daha rahatım. Sahnede olduğum süre dışında Kız Çocuğu'nu düşünüyorum. Prova her zamanki gibi çok geç bitiyor. Benim evim uzak olduğu için zaman zaman Savaş'ta kalıyorum. Ama bu gün eve dönmem gerekiyor. Muko ile aynı otobüse biniyoruz, otobüste Simge ile karşılaşıyoruz. Birlikte oturup yol boyunca muhabbet ediyoruz. Muko sürekli Kız Çocuğu ile ilgili sorular soruyor, bunun dışında can sıkan bir durum yok yol eğlenceli geçiyor.

Ertesi gün Muko saçlarını kestirmiş olarak geliyor. Savaş gün boyu Muko'yla dalga geçiyor. Bu arada önceki akşam dönüş yolunda Savaş da tiyatrodan bir kızla tanışmış. Kızın adı Derya, salonda yanımıza oturuyor. Kız Çocuğu yanımıza oturmuyor, o arkadaşlarıyla birlikte üç sıra önümüzde oturuyor. Yerimize otururken dönüp bize bakıyor, ben gülümsüyorum Muko el sallayıp şebeklik yapıyor, Kız çocuğu pek ilgilemiyor, Simge yanımıza gelip bir şeyler anlatıyor sonra gidip Kız çocuğu'nun yanına oturuyor. Provanın ilk kısmı olaysız geçiyor. Ben sahneye çıkmıyorum ama Muko, Savaş, Kız çocuğu ve Derya sırayla sahneye çıkıyorlar. Derya ve Kız Çocuğu aynı rol için deneniyorlar. Ben ikisini de yetenekli buluyorum. Savaş beklediğimden kötü oynuyor, Muko dünden daha iyi.

Öğle arası oluyor. Bu sefer öğle yemeğine giderken Derya da bizimle geliyor. Derya ile hepimiz çok iyi anlaşıyoruz. Savaş'ın Derya'yı beğendiği çok açık. Derya da güzel kız. Ben yemek boyunca Kız Çocuğu'nu düşünüyorum. Muko durup durup lafı Kız Çocuğu'na getiriyor. Bu esnada Muko, Simge ile konuştuğunu yemekten sonra aynı kafede olacaklarını bizi de çağırdıklarını belirtiyor. Mecburen gidiyoruz. Kafede Muko kız Çocuğu'nun yanına oturuyor, ben Simge ve Derya arasına oturuyorum, Derya'nın diğer yanında Savaş var. Muhabbet esnasında konu neden tiyatoyu seçtiğimize geliyor. Ben:

- “Tiyatroda çok kız oluyor dediler, ben de oyuncu olmaya karar verdim.” diyorum, herkes çok gülüyor.

Neşeli geçen bir yarım saatin ardından tiyatroya geri dönüyoruz. Provaların ikinci kısmı çok sıkıcı geçiyor ve ben gene sahneye çıkmıyorum. Biraz moralim bozuluyor. Prova uzun sürdüğü için bir ara daha veriliyor. Dışarı çıkmıyoruz, hep birlikte kuliste oturuyoruz. Çok çay, daha çok sigara içiliyor. Ben o zamanlar çaydan hazzetmiyorum, kahve içiyorum. Ancak salak olduğum için herkesin çay içme ritmine uyuyorum, kafein manyağı oluyorum. Kafeinin de etkisiyle coştukça coşuyor, konuştukça konuşuyorum. Kulisteki çoğu kişiyle yeni tanıştığımız için insanların gözünde ilk izlenimim bu yönde oluyor. Kız Çocuğu gene çok konuşmuyor, utangaç bir insan olduğu her halinden belli zaten. Bu durum benim anlamsızca hoşuma gidiyor. Provanın son kısmında da sahneye çıkmıyorum, bu sefer gerçekten sinirleniyorum.

Prova sona erdikten sonra kulisi herkesten önce terk ediyorum. Kulis kapısının dışında sigara içerken Kız Çocuğu geliyor:

- “Ateşin var mı?” diyor.

Kahramanca sigarasını yakıyorum.

- “Sahnede seni çok beğendim. Bence Nina rolü senin.” diyorum, yüzü kızarıyor.

- “Ben de seni çok beğeniyorum. Sahnede yani.” diyor, bu sefer ben kızarıyorum.

Muko geliyor, yavşakça:

- “Ne konuşuyorsunuz bakiim?” diyor.

- “Çarlık Rusya'sında oyuncu olmanın zorlukları.” diyorum, Kız Çocuğu gereksizce çok gülüyor.

Sonra Simge, Muko ve ben gene aynı otobüse biniyoruz. Yol boyunca muhabbet ediyoruz, Simge'in çok cana yakın olduğu anlaşılıyor, iyi bir kız olduğunu düşünüyorum. Muko gene Kız Çocuğu hakkında kimi sorular soruyor. Bu sefer meseleye Simge de uyanıyor ve nedense buna çok seviniyor.

Birkaç gün sonra tiyatroda kimlerin kalacağı açıklanıyor, tanıdığım herkes kadroda, buna seviniyorum. Aynı akşam gidenlerle vedalaşıyoruz, tanımadığım bir sürü insan bana sarılıyor, hemen hepsi görüşelim, bağlantıyı koparmayalım diyor. Ben de onaylıyorum fakat kimseyle görüşmek gibi bir planım yok. Tanımıyorum ulan, neden görüşeyim?

Bir hafta boyunca başka bir değişiklik olmuyor, günler öyle geçip gidiyor. Derya ve Simge ile samimi oluyoruz. Artık Derya'yı arkadaşım olarak görüyorum, Savaş ile aralarında daha fazla bir yakınlık olduğu anlaşılıyor, fakat ikisinin de sevgilileri var. Muko, Kız Çocuğu'nun arkadaşlarıyla iyiden iyiye samimi oluyor. Fatih'in bana biraz gıcık olduğu anlaşılıyor, bunun nedeni ise anlaşılamıyor. Artık yemek aralarını ve diğer molaları kalabalık bir grup halinde değerlendiriyoruz. Ben geçen bu süre içinde Kız Çocuğu'na aşık olduğumdan emin oluyorum. Fakat bir sorun var: Muko'da ona aşık. Dolayısıyla ben kimseye derdimi açamıyorum.

Bir akşam prova sonunda genel sanat yönetmeni tiyatroda gönül ilişkilerine Müsaade etmeyeceğinden bahsediyor. Profosyonel hayatla özel hayatın karıştırılmaması gereği üzerine bir konuşma yapıyor. Aynı akşam dönüşte ben, Muko ve Simge her zamanki gibi aynı otobüse biniyoruz. Yolda sanat yönetmenin yaptığı konuşma tartışılıyor. Muko:

- “Olmaz öyle şey kardeşim, isteyen olur sevgili!” diyor.

Simge de onaylıyor. Ben de aynı fikirdeyim:

- “Zaten mesele sevgili olup olmamak değil, bunu işe yansıtmamak” diyorum, Muko da Simge de bana katılıyor.

Laf dönüp dolaşıp ilk kim çift olur dedikodusal boyutuna geliyor. Simge:

- “Ben ilk kimlerin sevgili olacağını biliyorum.” diyor.

Muko da ben de kimden bahsettiğini çok merak ediyoruz doğal olarak. Simge isim vermek istemiyor. Israr ediyoruz, sonunda tahmin ettiği çiftin Muko ve Kız Çocuğu olduğu anlaşılıyor. Muko mutluluktan uçuyor, bense bombok oluyorum. Simge otobüsten indikten sonra Muko, Simge ile Kız Çocuğu arasındaki samimiyetten dem vuruyor:

- “Simge bunu diyorsa vardır bi bildiği, oldu bu iş oğlum!” diyor.

Ben pek bir şey diyemiyorum. Muko indikten sonra kara kara düşünerek eve ulaşıyorum, o gece hiç uyuyamıyorum.

Ertesi gün, artık nasıl görünüyorsam, sırasıyla Savaş, Muko, Derya, Simge, Esma, yönetmen ve Kız Çocuğu bana “kötü bir şey mi oldu?” sorusunu yöneltiyorlar, Fatih konuyla ilgilenmiyor. Ben:

“Gece uyuyamadım, ondandır.” diye yalan söylüyorum.

Bu arada tiyatronun Genel Sanat Yönetmeni ve Belediye'nin Sanat Danışmanı arasında bir gerginlik olduğu anlaşılıyor. Herkes konunun iktidar mücadelesi olduğuna emin.

Muko, Simge'nin verdiği enformasyon ışığında cesaret kazanıyor, Kız Çocuğu ve arkadaşlarıyla gittikçe daha fazla zaman geçiriyor. Ancak Muko'nun kur yapmaktan anlamadığı iyice anlaşılıyor. Ben, Kız Çocuğu ve Muko ile aynı ortamda bulunmak istemiyorum pek. O yüzden öğle yemeklerine Derya, Savaş ve ben birlikte gidiyoruz artık. O sıralarda oynanacak oyunlar kesinleşiyor, hala kimin hangi rolü oynayacağı açıklanmış değil. Bütün oyuncular arasında bir huzursuzluk baş gösteriyor.

Bu iç karışıklık ortamından bir tek ben şikayetçi değilim, ancak bunu çaktırmamaya özen gösteriyorum. Bütün ekipte moraller bozuk, kimi provalarda ufak çapta tartışmalar baş gösteriyor. Artık oyuncular arasında da klikleşmeler söz konusu. Kız Çocuğu'nun da ruh halinde belirgin bir depresifleşme gözleniyor genel sıkıntıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bendeki sıkıntıyı da herkes aynı konuya bağlıyor fakat alakası yok. Artık gecem gündüzüm birbirine girmiş durumda.

Derken, bir gece evde tek başıma otururken çıldırmanın eşiğine geliyorum. Telefona sarılıp Savaş'ı arıyorum:

- “Savaş, sana bir şey söylemem gerekiyor.”

Savaş uyku sersemi:

- “Bu saatte mi?”

- “Konunun saatle bir ilgisi yok.”

- “Saatle ilgili olan benim zaten daha konuyu bilmiyorum.”

- “Öğrenmek üzeresin fakat nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum.”

- “Keşke nasıl söyleyeceğine karar verseydin önce.”

- “Zevzekliğin lüzumu yok, ölüm kalım meselesi.”

- “Tamam o zaman, ön sevişmeyi geçelim direk olaya gir.”

- “Olay bana girdi zaten o yüzden rahatım.”

- “Çıkar lan o zaman, uyuyacağım.”

- “Evet, haklısın. Ben bu Kız Çocuğu'na aşık oldum.”

- “Ne zaman?”

- “İlk gördüğüm zaman.”

Savaş bir kahkaha kopartıyor:

- “E Muko?”

- “Evet, Muko. Onu da arayacağım şimdi. Diyeceğim ki: bir hafta süre veriyorum yoksa ben çıkacağım o kızla.”

- “Siktir ulan o kız ikinize de bakmaz.”

- “Savaş!”

- “Ne?”

- “Hassiktir!” diyor ve telefonu kapatıyorum. Bir sigara yakıp Muko'ya ne diyeceğimi düşünüyorum. Sigara'ya müteakiben Muko'yu arıyorum. Muko da uykulu:

- “Ne oldu be?”

- “Muko, kusura bakma hocam çok fena bişey oldu?”

- “Nasıl?”

- “Ben bu Kız Çocuğu'na aşık oldum.”

- “...”

- “Valla bilerek olmadı.”

- “O ne demek be?”

- “Sen direk söyleyince ben bir şey diyemedim ama ilk gördüğümden beri fenayım.”

- “E şimdi ne olacak?”

- “Şöyle diyeyim, bir hafta içinde ayarladın ayarladın. Yoksa ben çıkacağım o kızla.”

- “Allah allah.”

- “Allah'lık bir durum yok. Çok ciddiyim ve fena halde kararlıyım.”

- “...”

- “Kusura bakma.”

- “Yok canım, yani yapılacak bir şey yok. Ne yapalım.”

- “İyi geceler.”

- “Sana da.”

Gece yarısı yaptığım bu şok ve dehşet operasyonundan sonra fena halde rahatlıyorum. Yalnız bir sorun var: Kız Çocuğu ne düşünüyor acaba? Simge'nin verdiği enformasyon benim açımdan iç açıcı değil. Üstelik Muko'nun lojistik avantajı da var, bu güne kadar Kız Çocuğu ve arkadaşlarıyla daha çok vakit geçirmiş. Muko'nun kur yapma konusundaki kifayetsizliği dışında lehime görünen bir şey yok ortada. Bu ve benzeri düşünceler içinde sayısız sigara eşliğinde sabahı zor ediyorum.

Ertesi gün prova için tiyatroya ulaştığımda ilk Savaş'ı görüyorum. Savaş:

- “Dün gece rüya mı gördüm, yoksa gerçekten aradın mı beni?”

- “Aradım.”

- “Muko'yu?”

- “Onu da aradım.”

- “Ne dedin peki?”

- “İşte sana söylediklerimi.”

- “Harbi mi? O ne dedi?”

- “Pek bir şey demedi, uyku sersemliği ve benim söylediklerimin etkisiyle paralize oldu, ben de hemen telefonu kapattım.”

- “Yuh!”

- “Ciddiyim oğlum ben.”

- “Hay amına koyayım, şimdi ne olacak.”

- “Bilmiyorum ki.”

Derken Muko geliyor. Kafası karışık olduğu her halinden belli olan Muko önce ne diyeceğini bilemiyor sonra:

- “Abi, bir konuşalım mı seninle?”

- “Konuşalım.”

- “Savaş, abi bir dakka Müsaade edersen...”

- “Gerek yok ona da söyledim.”

- “Hadi ya?”

- “Evet.”

- “Abi sen ciddi misin?”

- “Son derece.”

- “Hay Allah.”

- “Ne diyeyim iyi olan kazansın.”

Savaş:

- “Oha o ne demek lan!”

- “Ne desem boş zaten, ne fark eder.”

- “O da doğru.”

O gün provada Muko'yla hiç konuşmuyoruz. Aralarda Muko Kız Çocuğu ve arkadaşlarıyla, ben Savaş ve Derya ile vakit geçiriyorum. Savaş konuyu Derya'ya da açıyor. Derya olanlara çok gülüyor. Akşam çıkışta içelim önerim ikisi tarafından da onaylanıyor. Benim için eziyet gibi bir gün geçiyor ve fakat sahnede çok vakit geçirdiğimden zaman hızlı akıyor, üstelik sahnedeki performansım çok beğeniliyor.

Prova çıkışı Derya, Savaş ve ben içmeye gidiyoruz. Bir süre sonra Muko'nun da yanımıza geleceği anlaşılıyor. Ben daha Muko gelmeden çok sarhoş oluyorum. Muko'nun yanımıza gelmesi ve sarhoş olması arasında sadece on beş dakika olduğundan gece boyunca Muko'yla sarhoş muhabbeti yapıyoruz. Bu olayın arkadaşlığımızı etkilememesi temalı çok uzun konuşmalar ve öpücemler sonunda gece tamamlanıyor. Ben Savaş'ta kalıyorum Muko ve Derya evlerine dönüyorlar.

Ertesi gün akşamdan kalmayım fakat o kadar da hasar yok. Derya'nın göz altları mosmor, Savaş ise bütün prova boyunca uyukluyor. Muko da ölü gibi, başı fena ağrıyor. Ben Muko'nun bir gün daha kaybetmiş olmasına seviniyorum, ama elbette bunu saklıyorum. Centilmence davranma sözü vermediğim için vicdan azabı da çekmiyorum.

Takip eden altı gün boyunca tiyatroda kız Çocuğu ile karşılaşmamaya özen gösteriyorum. Provalar şiddetlenerek devam ediyorlar, artık kimin hangi rolü oynayacağı aşağı yukarı tahmin edilebiliyor. Muko ve ben oyunlardan birinde hala aynı rolü çalışıyoruz, kimin rolü alacağı muallakta. Ben kafamı dağıtmak ve zaman geçirebilmek amacıyla kendimi provalara veriyorum, evde dahi rol çalışıyorum. O sıralar kendimi sadece sahnede iyi hissediyorum. Muko bir türlü harekete geçmiyor ya da geçemiyor, o cephedeki gelişmeleri Savaş ve Derya'nın verdiği haberler üzerinden takip ediyorum anlaşılan durumda bir değişiklik yok. Günler geçtikçe Muko'da artan bir gerginlik gözlemleniyor.

Muko'yla yaptığımız telefon görüşmesinin üzerinden tam bir hafta geçiyor. Prova sona erdiğinde rol dağılımları açıklanıyor; Muko ile birlikte denendiğimiz rolü ben alıyorum, Kız Çocuğu Nina oluyor. Aynı anda üç oyun çalışıldığı için Muko da Savaş da Derya da ben de tatmin edici roller alıyoruz, hiçbirimizin rol dağılımıyla ilgili şikayeti olmuyor. Bu arada Genel Sanat Yönetmeni ve Sanat Danışmanı arasındaki çekişme artık iyiden iyiye göze batıyor.

Prova sona erdiğinde kuliste gündem rol dağılımları. Kimi arkadaşlar önemli rolleri alanları tebrik ederken kimileri kendi rollerini küçük buluyorlar. Kız Çocuğu, ben ve Savaş en çok tebrik edilenlerdeniz. Ben rol dağılımıyla ilgilenmiyorum, aklımda bambaşka bir şey var uygun zamanı kolluyorum. Derken Kız Çocuğu'nun dolapların olduğu koridora girdiğini görüyorum, bu koridor erkek ve kadın soyunma odalarının ortasında ve karşılıklı iki duvarı dolaplarla dolu. Ben hemen kulis dolabına yerleştirdiğim kostüm yeleğimi alıp koridora gidiyorum. Koridorda Kız Çocuğuyla göz göze geliyoruz:

- “Tebrik ederim.” diyorum, “Nina rolünü senin alacağından şüphem yoktu.”

- “Teşekkür ederim, Derya da çok iyiydi ben o alır diye düşünmüştüm.”

- “Sen daha iyiydin.”

- “Ben de seni tebrik ederim, sen de güzel roller aldın.”

- “Sağ ol, şüphem yoktu zaten.” diyorum, gülüyor. Bu esnada dolapla işi bitiyor.

- “İyi akşamlar yarın görüşürüz.” diyor.

- “Bir dakika!” diyorum.

- “Efendim?”

- “Aslında sana söylemek istediğim bir şey var.” diyorum, biraz telaşla etrafa bakınıyor, bu iyi değil diye düşünüyorum.

- “Bence bir şey yapmalıyız.”

- “Anlamadım?”

- “Yani, demek istediğim birlikte bir şeyler yapmalıyız...”

- “Nasıl bir şeyler?”

- “İşte kahve içmeye falan gidelim, ya da ne bileyim sinema...”

- “Biz her gün gidiyoruz, sen pek gelmiyorsun bu aralar.”

- “Öyle değil... Yani evet haklısın da dediğim o değil... demek istediğim belki ikimiz... sen de istersen tabi...”

Kız Çocuğu'nun yüzü kızarıyor.

- “Normalde bu kadar saçmalamam konuşurken, yani... saçmalayabilirim de daha seri yaparım en azından...” ecel terleri döküyorum, sanırım az sonra kalbim duracak, her yanımı ateş basıyor derken Kız Çocuğu gülüyor, bu iyi, bu gülüşten cesaret alıyorum:

- “Seninle arkadaş olmak istemiyorum!”

Bu lafın ardından bir an buz kesiyorum, aramızdaki gerginlik neredeyse elle tutulabilecek hale geliyor, “ne dedim lan ben!” diye düşünüyorum.

- “Daha fazlası olsun istiyorum” deyiveriyorum.

Kız Çocuğu önüne bakıyor, yüzü kızarmış onu fark ediyorum. Birkaç saniye sessizlik oluyor, sonra Fatih dallaması koridorun başında beliriyor, Kız Çocuğuna sesleniyor:

- “Hadi seni bekliyoruz.”

O an Fatih'in direk ölmesini istiyorum “Allah belanı versin Fatih!” demiyorum, ama dermiş gibi Fatih'e bakıyorum. Allah Fatih'in belasını vemiyor, Fatih hala kalas gibi orada dikiliyor. Kız Çocuğu:

- “Beni bekliyorlar, gitmem gerekiyor.” diyor “Sonra konuşalım, olur mu? Çok ani oldu.”

- “Tamam, sen bilirsin.” diyorum, ve Fatih'le uzaklaşmalarını olduğum yerden izliyorum, hareket edecek durumum yok. Birkaç saniye sonra koridordan çıkıyorum, Muko, Savaş ve Derya'nın şaşkın bir şkilde beni beklediklerini fark ediyorum. Savaş:

- “Lan harbiden konuştun mu?” diyor.

- “Evet.” diyorum.

Muko:

- “Ne dedi?” diye soruyor.

- “Bişey demedi, büyük saçmaladım zaten, sarhoş olalım mı?”

Muko, eve gitmesi gerektiğini belirtiyor, hepimiz ortada bir gereklilik olmadığını biliyoruz. Ama adam da haklı ses çıkaramıyorum. Savaş sarhoş olma fikrini hemen benimsiyor, Derya çok yorgun olduğu için izin istiyor. Ancak tiyatrodan caddeye yürüdüğümüz süre içinde Derya da ikna oluyor. Taksim'e gidiyoruz. Ertesi gün prova olmamasının da verdiği rahatlıkla hep birlikte zurna oluyoruz. Ben gece boyunca Kız Çocuğu'ndan bahsediyorum. Alkolün verdiği anlayışla beni dinliyorlar. İçtiğimiz barda içinde Kız Çocuğu'nun adı geçen bir şarkı çalınıyor ben iyice dağıtıyorum.

Ertesi gün Savaş'ın evinde uyanıyorum, gecenin sonu hakkında hiçbir fikrim yok. Günü Savaş'la film seyrederek geçiriyoruz, arka arkaya Star Wars serisini izlemek beni biraz kendime getiriyor. Savaş'la dark side'a geçme kararı alıyoruz. Akşam Derya bize makarna getiriyor onu yiyoruz. Gece birlikte ertesi günkü provaya hazıalanıyoruz. Ben pek uyuyamıyorum, Savaş'ın kitaplığında bulduğum bir kitabı okuyarak zaman geçiriyorum.

Sabah kahvaltı yapıp provaya gidiyoruz, prova boyunca Kız Çocuğu'na bakıyorum o hiç bana bakmıyor. Çok gerginim, neden bir şey söylemiyor? Kız Çocuğu'yla hiç konuşmadan gün bitiyor, benim canım çok sıkkın. Çıkışta Muko, ben ve Simge aynı otobüsteyiz. Neredeyse hiç konuşmuyoruz. Ben ve Muko'nun gerilmek için haklı sebeplerimiz var, Simge'nin neyi var bilmiyorum. Muko ile bendeki gerginliğin Simge'yi de etkilediğini düşünüyorum.

Uykusuz geçen bir gecenin daha ardından provaya gidiyorum. Kız Çocuğu'nun benden uzak durduğuna eminim. Hayattan soğuyorum, Hiçbir şey yapasım gelmiyor. Provada çok kötü oynuyorum, yönetmenden azar işitiyorum fakat umrumda değil: zaten hiçbir şey umrumda değil herşeyden kaçmak istiyorum. Vicdan azabı gibi geçen prova nihayet bitiyor, kulise iniyoruz. Herkes bir an önce eve dönmek istiyor, benim acelem yok. Kuliste tek kalıyorum. Aynanın karşısında oturmuş sigara paketimi ararken içeri Kız Çocuğu giriyor, aynadan görüyorum. Kız Çocuğu:

- “Merhaba.” diyor.

- “Merhaba.”

- “Nasılsın?”

- “İyi olmaya çalışıyorum.” diyip bir sigara yakıyorum.

- “Yarın provadan sonra birşeyler yapalım mı? İkimiz...”

Ağzım açık kalıyor, doğru duyduğumdan emin değilim, bu esnada sigara ağzımdan kucağıma düşüyor, ben fark etmiyorum, Kız Çocuğu:

- “Sigara!”

- “Olur tabi çok sevinirim.”

- “Sigara diyorum, pantalonun yanıyor!”

- “Ne?” Sigarayı görüyorum,

- “Hassiktir! Pardon!” sigarayı yanan ucundan tutuyorum elim yanıyor.

- “Hassiktir!” sigarayı fırlatıyorum.

Bu arada Kız Çocuğu gülmeye başlıyor, ben yerin dibine girdiğimden eminim:

- “Kusura bakma bir an, şaşırdım tabi. Yarın olur, demek istediğim çok isterim, biliyorsun... eğer vaz geçmediysen.”

Gülüyor, yerden sigarayı alıp küllükte söndürüyor, sonra:

- “Vaz geçmedim. Yarın provadan sonra. İyi akşamlar.” diyor, bana gülümsüyor ve çıkıyor.

- “İyi akşamlar.” diyorum, o anda tüm dünyadaki en mutlu insan olduğumdan hiç şüphem yok, sanki hayatım yeni başlıyor...


DEVAM EDEBİLİR



Monday, June 8, 2009

aynaya bakarken bilinmesi gerekenler

Merhaba dünyalılar,



Bu sabah da her sabah gibi uyandım. Yataktan banyoya ulaşana kadar başıma ilginç birşey gelmedi. Üstelik banyoda da macera yaşamadım. Yüzümü yıkadım ve aynada her sabah gördüğüm kişiye merhaba dedim. Derken bir an ayna denen zımbırtının ilginç bir özelliğini fark ettim: bu meretin kendi görüntüsü yoktu. “ulan” dedim kendi kendime, “ne acayip bir şey bu ayna.” sonra kendi macermı yaratmak adına, “Nedir bu aynanın sırrı?” diye düşünerek konuyu daha derinlemesine incelemeye karar verdim.

Araştırınca fark ettim ki insanoğlunun kendi aksine olan ilgisi insanlık tarihi kadar eski neredeyse. Atalarımız kendi yansımalarına ilk olarak su yüzeyinde karşılaşmıştır muhtemelen, bu konuda kimsenin net bir bilgisi yok. Ancak delişmen insanoğlunun bununla yetinmeyerek bir zaman sonra ayna denen nesneyi icat ettiği bilinen bir gerçek. Bu arada geçen zaman ne kadardır bilmiyoruz. Ancak, Orta anadolu'da bulunan Çatalhöyük yerleşkesinde kimi kadın mezarlarında bir tür volkanik cam türü olan obsidyenden yapılmış aynalar bulunduğunu biliyoruz ve bu aynalar m.ö. 7000 yılına tarihlenmekte. Demek ki en az dokuz bin yıldır ayna teknolojisine sahibiz. İlk aynaların kadın mezarlarında bulunmasından anlaşıldığı üzere -ki buna hiç şaşırmıyoruz nedense- konuya kadınların yaptığı katkı büyük, aynaya verdikleri önem zaten aşikar. Neyse, her teknolojik ürün gibi aynalar da belli bir değişim geçiriyor elbette. m.ö. 4000 yıllarında, dönemin kadınları obsidyen aynalardan sıkılmış olacak ki, yakın doğuda bakır-gümüş ve bakır-kalay alaşımlarından üretilmiş bronz aynalar kullanılmaya başlanıyor m.ö. 2000 lerde orta ve güney amerika'daki kadınlar cilalanmış taştan aynalarla yetinmek durumundalar. Muhtemelen kadınların talepleri doğrultusunda Romalı erkekler m.s. 1. yüzyılda siyah camdan aynalar üretebiliyorlar, 11. yüzyıla gelindiğinde ise İspanya'da bu gün bildiğimiz aynaların ilk versiyonları üretilmeye başlanıyor. Kısaca tarihçesi bu aynanın, on beş dakikalık araştırma ile ulaşılabilir. Ama hiçbir masraftan kaçınmayan ben konu üzerinde akıl dingildetmeye devam ediyorum.



Ayna konusununda araştırmalarım devam ederken bu konuya ilk kafa yoran kişi olmadığım daha da belirginleşmeye başlıyor, mesela: Yirminci yüzyıla gelindiğinde artık kimi bilim insanları da ayna meselesiyle ilgileniyorlar. Amerikalı filozof ve psikolog James Mark Baldwin, aynalar, insan ve şempanze yavrularını kullanarak bir deney gerçekleştiriyor. Bu deneyde ulaşılan sonuç ilginç: ayna karşısına yerleştirilen şempanze yavruları aynadaki yansımalarıyla çok ilgilenmezken, insan yavruları büyük bir ilgiyle aynayı incelemekte ve yansımaları ile kendileri aralarındaki bağı kolayca kurabilmekteler. Demek ki aynanın büyüsü beşeri bir durum. Devam edelim, mevzu bahis deney ilerleyen yıllarda Fransız filozof ve psikanalist Jacques Lacan'ın “ayna evresi-mirror stage” olarak adlandırdığı teorisine zemin hazırlıyor. Mösyö Lacan’a göre. Bu kavrayış insana öznelliğine doğru ilk adımını attırarak onu bu adımdan önce kendisinden ayrı ya da farklı olarak algılamadığı çevresindeki varlıklardan yani varoluşun geri kalanından da koparıyor. İnsan ayna ile ilk karşılaşması sonucunda aynadaki aksinin kendi olduğunu onaylar onaylamaz öteki kavramıyla da tanışıyor. Oysa bu bir yanılgı, çünkü aynadaki insan değil onun aksi ve insan yaşadığı psikolojik süreçleri ve düşünsel karmaşayı aynadaki yansımanın sahip olduğu tek fiziksel bütüne asla indirgeyemiyor. Ancak bu yanılsama aynayla özdeşim kurmak ve bir birey olarak varlığını kavramayla sonuçlanıyor ve "ben" fikri gündeme geliyor. Demek ki ayna insanın bedenini ve kendisini bir varlık olarak kavramasını sağlayan ilk nesne oluyor Mösyö Lacan'a göre. Anlaşılan ayna ve insan ruhu, ya da pysche diyelim, arasında bir bağ söz konusu.



Oysa Mösyö Lacan doğmazdan çok önce insanlar bu bağ hakkında kimi fikirlere ulaşmışlar bile, ortaçağ avrupasında aynanın ruhu yansıttığına inanılıyor, eğer ruhunuz yoksa yansımanız da olmaz diye düşünülüyor. Vampir efsanelerinde bu yaratıkların aynada yansımaları olamaması da bu sebepten. optik bilimi gelişene kadar bu inanış hayatta kalıyor.

Avrupa'da aynalara bu muamele yapıla dursun, Anadolu'da aynaya yüklenen mistik anlam biraz daha farklı. Anadolu mistikleri, ki biz bunlara mutasavvuflar da diyebiliriz, evrenin tanrının kendi dışında bir şey ya da bizzat tanrının kendi olduğuna değil, evrenin tanrının bir yansıması olduğuna inanıyor, evren tanrının aynasıdır diyorlar diğer bir değişle. Bu durumda evrenin bir parçası olan bizler de tanrının yansımasındaki görüntülerden başka bir şey olmuyoruz aslında. Nasıl aynanın kendi görüntüsü yoksa bizim evrenimizin de yok diyorlar, onlara göre bildiğimiz var oluş sadece tanrıyı yani mutlak varlığı yansıtıyor bir aynanın karşısındaki görüntüyü yansıtması gibi. Anadolu mistisizminin aynalarla olan ilişkisi de tıpkı mösyö Lacan'ın teorisi gibi uzun ve daha kapsamlı kimi yazıların konusu olabileceği için burada sayfanın köşesini kıvırıp yola devam ediyoruz.



Bu camdan nesnenin büyüsü kadınlar, bilim adamları ve mistiklerden fazlasını da etkilemiş elbette. “Alice in wonderland-alis harikalar diyarında” isimli meşhur kitabın yazarı Lewis Carroll, kendinden daha meşhur kahramanı Alice'yi aynanın içindeki gizemli bir dünyaya götürüyor "alice trough the looking glass-alis aynalar ülkesinde" isimli kitabında. Bu aynalar ülkesi tuhaf bir ülke, burada her şey gerçek dünyadakinin tersi. Malum aynadaki yansıma gerçek olanın negatifi -sol ile sağ yer değiştiriyor ya aynada- Belki de kendimize bakmak dışında bir amaçla bakınca başka şeyler de gösteriyor ayna.



Demem o ki: ayna dediğin bir garip cam, aynanın sırrıysa arkasındaki sır. En iyisi, siz yarın aynaya bakarken kendinizi değil de aynayı görmeye çalışın, sonra da bunları düşünün, hiçbir şey olmasa beyin jimnastiği olur.

Monday, June 1, 2009

Geçmiş zaman olur ki...

Merhaba dünyalılar

    ,

bu sefer bir hikaye:

Yıllar önce bir ağustos ayı. Ben on dört ya da on beş yaşındayım. Ailem ile birlikte Alanya Karaburun'a tatile gidiyoruz. Babamın ısrarıyla İstanbul'dan Alanya'ya bilmem kaç saatlik yol arabayla gidilecek. Ben ve annem bu durumdan şikayetçiyiz. Babam araba lazım olur iddiasında. Kardeşim daha yedi yaşında ve konuyla hiç ilgilenmiyor. Babam:

- “Günü kaybetmeyelim.” diyor.

Babamın dahiyane planına uyarak sabah saat 5.00 da yola koyuluyoruz. Ben ve kardeşim için çok sorun olmuyor, arka koltukta öğlene kadar uyuyoruz. Yol üzerinde verilen kimi yemek ve ihtiyaç molalarından sonra akşamüzeri Alanya'ya ulaşıyoruz. Kalacağımız tatil köyü hakkında pek bilgimiz yok, daha önce gidip bize tavsiye edenler olmuş babam ve annem ikna olmuşlar. Tatil köyüne yerleşme kısmında sıkıntı yaşamıyoruz. Küçük apart villalardan oluşan büyükçe bir tatil köyü burası. Kayıt esnasında babamın resepsiyon görevlisiyle yaptığı muhabbetten hemen hemen tüm müşterilerin yabancı olduğu anlaşılıyor 11 numaraya yerleşir yerleşmez akşam yemeğine koşturuyoruz, aile dostumuz Hakkı Amca, iki kızı ve eşi Asuman Teyze bizden önce ulaşmışlar, 10 numaradalar. Hakkı Amca'nın arabayla gitmek gibi fantezileri yok, paşa paşa uçağa binmişler. Yemekte bize iki hafta kadar önce aynı yere balayına gelen teyzem ve eşi de katılıyor. Yemek ve rakı bilmem kaç saatlik yol yorgunluğuyla birleşince babam erkenden yatıyor. Annem:

- “Günü kaybetmediğimiz iyi oldu.” diyor, gülüyoruz.

Ben havuza girmek istiyorum izin vermiyorlar, ergenliğimin baharındayım dolayısıyla çok sinirleniyorum. Ancak fayda etmiyor, annemin SS tavrı sonucu havuza giremiyorum. Annem iyice gestapoya bağlıyor; erken yatmamız konusunda ısrarcı:

- “Erken kalkar havuza gidersin.” diyor.

Neden erken kalkıyorum ulan tatildeyiz? Odaya çekiliyoruz. Ben kardeşimle yanyana yataklarda yatıyorum arada skimsonik bir komidin var, annemler üst kattalar. Kardeşim hemen uyuyor, televizyon kanalları arasında dolanıyorum. Uydu var, güzel. Hemen Alman kanallarını arıyorum. aradığım kanalları buluyorum bu da güzel. Kardeşimi uyandırmamak için sesi kısarak Alman kanalları arasında dolaşıyorum, amaç erotik film bulmak. Sabah odaya giren annem elimde kumanda, televizyonda bir alman kanalı açık vaziyette uyumuş olan beni uyandırıyor. Konu üzerinde çok durulmuyor. Ailecek önce kahvaltıya sonra havuza gidiyoruz. Babam tatil köyünün tüm nimetlerinden yararlanmaya kararlı: önce havuz, ardından voleybol sahasında voleybol, sonra sauna; babamı durduramıyoruz herşeye koşturuyor. Bu arada havuz başında sürekli aktivite anonsu yapılıyor, fakat anonslar sırasıyla Almanca, Rusça, İngilizce, Fransızca ve nihayet Türkçe dillerinde. Babam hepsine katılmak niyetinde ancak dil sorunu sebebiyle hepsine geç kalıyor.

Hakkı Amca'nın büyük kızının adı Nihan ben de yeni tanışıyorum, yurtdışında üniversite okuyormuş. Hemen aşık oluyorum, zaten ergenlik dönemindeyim havuz başında üç dakikada bir aşık oluyorum. Nihan ilk günden tüm animatörlerle arkadaş oluyor. Ben de peşinden ayrılmıyorum. İkinci gün itibariyle annemlerle sadece yemeklerde görüşüyorum. Bütün gün Nihan, animatör gençler ve çeşitli milletlerden yaşıtlarıyla ailelerden uzakta takılıyoruz. En küçük benim, herkes üniversite yaşlarında. Bütün erkeklere gıcık oluyorum çünkü hepsi Nihan'a asılıyor, bense Nihan'ın hayatımın aşkı olduğuna çok eminim. Herkes Nirvana'yı çok seviyor, muhabbetlerde temel konu bu. Doğal olarak ben de Nirvana'yı çok seviyorum, o zamanlar öyle hepimiz grancız. Ben aslında Queen'i daha çok seviyorum ama bu konuyu hiç açmıyorum. Hepbirlikte gözden uzak bir çardağın altında oturuyoruz. Almanya'dan tatilden dönen bir animatör oradan aldığı havluların markasını özdilek olduğunu dönünce fark ettiğini anlatıyor, ona gülüyoruz. Ben, insan neden tatile Almanya'ya gider, dahası Almanya'dan neden havlu satın alır gibi meselelere takılıyorum. Bu takılmayı insanlarla paylaşıyorum, herkes çok gülüyor. Tam bu esnada yanımıza benim yaşlarımda bir kız geliyor. Kızın üzerinde “rape me” yazan bir tişört var. ben şaşırıyorum. Sonradan Nirvana'nın aynı adlı şarkısıyla ilgili olduğu anlaşılıyor. Sandığımın aksine bu kız hollandalı falan değil, bildiğin Türk. Herkesle tanışıyor. Adının Canay olduğu ortaya çıkıyor. Ben:

- “Canay ne be?” diyorum.

Bu ayılığım özgüvenle karıştırılıyor, bozmuyorum. Bir saat kadar sonra insanlar dağılmaya başlıyor, akşam yemeği saati yaklaşıyor her halde. Ben bu arada sürekli Canay ile konuşuyorum. Adının gizemi de aydınlanıyor: babası Aydın ve annesi Canan'ın adlarından türetmişler. Bu fikri çok beğeniyorum. Nihan'la olan ilişkimiz orada sona eriyor, artık Canay'ı seviyorum. Derken Nihan ve ona en çok asılan Fransız herif de kalkıyorlar, Nihan:

- “Siz oturun, hemen döneceğiz.” diyor.

Kabul ediyoruz. Hemen dönmüyorlar. Biz Canay'la müzikten konuşuyoruz, insanların bizi anlamadığından konuşuyoruz, sistemin boktanlığından konuşuyoruz. Ergenlikte nelerden konuşulursa onlardan konuşuyoruz işte. Ben sürekli Canay'ı güldürmeye çalışıyorum, işin ilginci o da gülüyor. Birkaç saat sonra Nihan yanımıza geliyor, "çekemiyor tabi kıskanıyor beni ama artık çok geç o iş bitti bebeğim" diye düşünüyorum. Canay ile yemekten sonra buluşmak için sözleşip ayrılıyoruz. Yemeğe giderken Nihan bana herkesin bizi yalnız bırakmak için yanımızdan ayrıldığını açıklıyor. Teşekkür ediyorum. Medeni bir şekilde ayrıldığımıza sevindiğimi belirtiyorum. Çok gülüyor, saçımı okşuyor.

Yemek masasına ulaşıyoruz babam çoktan rakı burcuna girmiş fıkra anlatıyor. Masaya oturuyoruz. Bu esnada oradan geçmekte olan bir Alman babama:

- “Allahina kurban Fikri Abi!” şeklinde sesleniyor.

Babam da:

- "Allahına kurban Peter'im” diye karşılık veriyor.

Herkes bunu çok komik buluyor. Babamın gün içinde hiç Almanca bilmeyerek, hiç Türkçe bilmeyen Peter ile kanka olduğu anlaşılıyor. Dahası babam çeşitli milletlerden insanlarla benzer muhabbetler ediyor. Babamın hangi ara bu abuk subuk cümleleri bu adamlara öğrettiğini anlayamıyorum. Peter bizim masaya geliyor benim ve Nihan'ın İngilizce'den Türkçe'ye tercümeleri ile Peter'in yanındaki bir kadının Almanca'dan İngilizce'ye tercümelerinden Voltranı oluşturuyoruz. Babam kankası Peter ile ertesi güne Almanya Türkiye milli maçı ayarlıyor, su topu oynanacak. Onlar rakının evrensel diline ulaştıklarında Nihan ile biz masadan kalkıyoruz. Odama gidip üstümü değiştiriyorum, parfüm sıkıyorum, Canay'a güzel kokmak istiyorum.

Gençler olarak genelde takıldığımız çardağa gitmek üzere odadan çıkıyorum, 10 numaranın önünde Nihan'ı bekliyorum. Ayrıldık diye ayılaşmanın lüzumu yok. Nihan ile birlikte çardağa gidiyoruz. Canay'ın orada olmadığını görünce hayal kırıklığı yaşıyorum. Olsun birazdan gelir diye düşünüyorum. Bütün ortamın eğlencesinin Canay ve ben olduğu anlaşılıyor. Gözüm yolda Canay'ı bekliyorum ama bunu kesinlikle inkar ediyorum. Bitmek bilmeyen bir yarım saatin ardından Canay geliyor. Yanıma oturuyor. Muhabbete katılıyor. Bana özel bir ilgi göstermesini bekliyorum, göstermiyor. Biraz bozuluyorum. Muhabbet devam ediyor. Herkes hızla alkol tüketiyor, Canay da öyle. Ben de içiyorum. Hızla çakır keyif oluyorum. Birkaç saat sonra Canay:

- "Serinmiş, ben üşüdüm.” diyor.

Alkolün verdiği cesaretle kolumu omzuna atıp onu kendime çekiyorum ve:

- “Ben seni ısıtırım.” diyorum.

Herkes çok gülüyor, en çok Canay gülüyor. Ben de gülüyorum. Canay:

- “Isıt beni!” diyor.

Herkes gene gülüyor, ben kızarıyorum. Muhabbetin kalanında Canay'a sarılmış vaziyette duruyorum, kolum uyuşuyor ama ses çıkarmıyorum. Sonra herkesin uykusu geliyor. . Ben Canay'ı bırakmayı teklif ediyorum, kabul ediyor. Canay'lar 21 numarada kalıyorlar, 11 numaraya uzak sayılmaz. Yolu uzatmaya karar veriyoruz, bütün tatil köyünü dolaştıktan sonra 21 numaraya geliyoruz. Yarın görüşürüz diyorum, yarın burada olmayacağını ailesiyle birlikte bir yakınlarını ziyaret edeceklerini söylüyor. Çok üzülüyorum. Bunu üzerine beni dudağımdan öpüyor, iyi geceler dileyip içeri giriyor. Ben salak gibi kalıyorum, başım dönüyor. Sonra sallana sallana kaldığım binaya gidiyorum. Çok dolaştığımız için kayboluyorum, biraz uzun sürüyor yol. Önce gözüme uyku girmiyor. Sonra Canay ile geleceğimizi planlarken uyuya kalıyorum.

Ertesi gün havuzda babamlarla oturuyorum. Derken babamın bir arkadaşı olan Mehmet Amca da ailesiyle tatil köyüne ulaşıyor. Anlaşılan babam buraya kalıcı olarak yerleşmeye karar verdi ve bütün arkadaşlarını çağırıyor. Öğlene doğru babam su topu milli maçına hazırlık yapmayı öneriyor. Nedense bu fikir herkese mantıklı geliyor. Antreman sırasında eniştem havuzda boğulma tehlikesi atlatıyor. Topu tutarken tek kolla yüzemediği anlaşılıyor, zaten iki kolla da pek yüzemediği bilindiğinden kimse buna şaşırmıyor. Tek kolla yüzemeyen eniştemin yedeği olarak ben milli takım kadrosuna alınıyorum. Yarım saat kadar sonra, babam yorulmuş olacak ki, enerjimizi maça saklamak için antremanı bitiriyoruz. Öğlen yemeği yendikten bir saat kadar sonra milli maç başlıyor. Ben Canay'ın bunu izleyemeyecek olmasına üzülüyorum ancak milli görev olduğu için varımı yoğumu ortaya koyuyorum. Maç boyunca annemler havuz kenarından tezahurat yapıyorlar. Maç berabere devam ederken kardeşim ağlayarak annemin yanına geliyor, her tarafı kızarmış ve şişmiş. Maç belirsiz bir tarihe ertelenirken ben, annem ve babam kardeşimi hastahaneye götürüyoruz. Yolda babam:

- "İyi ki arabayla gelmişiz, bak lazım oldu.” diyor.

Babam arabayla gelmemizin ne kadar hayırlı olduğunu beşinci kez tekrar edince annem kızıyor. Hastahaneye kadar babam başka bir şey demiyor. Bu arada kardeşim istikrarla şişiyor. Zaten tosun bir çocuk olduğundan iyice yuvarlaklaşan kardeşimin güneşe alerjisi olduğu ortaya çıkıyor. Merhem, güneş kremi gibi kıvır zıvır alınarak tatil köyüne geri dönülüyor. Artık kardeşimin güneşe çıkması yasak. Sadece akşam üstleri havuza girebiliyor. Akşam yemeğinde kardeşimin sağlık durumu ve milli maç tartışılıyor. Peter kardeşime dondurma ısmarlıyor, eniştem gameboy alıyor, Hakkı Amca çizgi film kasetleri buluyor. Kardeşim hasta olmanın keyfini sürüyor. Ben gözüm yolda Canay'ı bekliyorum. Yemekten sonra çardağa gidiyorum, herkes kardeşimi soruyor ben de anlatıyorum. O gece Canay gelmiyor. Ben de “Canaysız çardağı neyleyim” diye düşünerek erkenden odama dönüp yatıyorum.

Ertesi gün kahvaltıdan sonra kardeşimi tatil köyünde bulunan oyun salonuna götürüyorum. Kardeşim tekken oynuyor ben animasyoncu çocukla muhabbet ediyorum. Çocuğun adını bilmiyorum, saçlarından dolayı herkes ona kıvırcık diyor, ben de öyle yapıyorum. Kıvırcık voleybol oynarken elini kırdığından havuza giremiyor:

- “Siktiret hocam, üç gün sonra alçı çıkıyor.” diyor.

Alçı çıktıktan sonra havuzun annesi ile cinsel ilişkiye gireceğinden bahsediyor, gülüyoruz. Bu esnada yanımıza benim yaşlarımda bir çocuk geliyor. Kıvırcık, çocuğun Hollandalı olduğunu ve adının Andi olduğunu belirtiyor, tanışıyoruz. Andi İngilizce biliyor, anlaşabiliyoruz. Andi'nin benden uzun olmasına uyuz oluyorum. Masa tenisi oynamayı teklif ediyor, kabul ediyorum. Andi ile yaptığımız yedi maçı da Andi kazanıyor iyice uyuz oluyorum. Havuza gidelim diyorum, “yüzücüyüm lan ben” diye düşünüyorum, amacım yüzme yarışı yapıp Andi'den intikamımı almak. Kabul ediyor. Havuza gidiyoruz, biz daha yarışa başlamadan annem havuzun kenarına gelip kardeşimi soruyor. Kardeşimi oyun salonunda unuttuğum anlaşılıyor. Hemen çıkıp oyun salonuna gidiyorum, Andi gelmiyor. Üstümden sular aka aka salonda dolanıyorum ama kardeşimi bulamıyorum. Yarım saatlik aramanın sonunda öğlen yemeği servisi başlamışken kardeşimi hamburger ve patates kızartması yerken buluyorum. Saçlarının ıslaklığından havuza girdiği belli oluyor. Annem bana çok kızıyor, ben bir şey diyemiyorum, ne de olsa kadın haklı. Andi'yi havuzda bulamıyorum. Canay ise annesi ve babasıyla havuzda yüzüyor. Uzaktan ona el sallıyorum, o da bana sallıyor mutlu oluyorum.

Akşam yemeğinden sonra üstümü değiştirip parfüm sıkıp çardağa gidiyorum. Çardakta Andi ve Canay'ı koyu bir muhabbet içinde buluyorum. Andi'yi öldürmek istiyorum. Canay beni görünce:

- “Nasılsın?” diyor.


- “iyi.” diyorum.

Uzak bir köşeye oturuyorum, ne Andi'yle ne de Canay'la hiç konuşmuyorum. Yarım saat kadar sonra toplu halde kumsalda yürüyüş yapma kararı alınıyor. Ben gelmek istemediğimi belirtince Canay elimi tutuyor:

- “Neden gelmiyorsun? Yürüyelim işte... Senin moralin mi bozuk?” diyor.

Bir anda bütün kızgınlığımı unutuyorum.

- “Kardeşime üzülüyorum.” diye yalan söylüyorum.

Biz el ele yürürken Andi yanımıza geliyor. Kahramanca gözlerine bakıyorum. O ise sakinliğini koruyor. Yarım saat kadar yürüdükten sonra kumlara oturuyoruz. Andi adisi de yanımıza oturuyor. Yakamoz seyrediyoruz. Neden sonra Canay beni öpüyor. Biz öpüşürken herkes bizi alkışlıyor, bense çaktırmadan Andi'ye bakıyorum. O da alkışlıyor. Sonra kıvırcık bir kaç poşet birayla yanımıza geliyor. Ben bira olayını abartıyorum, kolay mı artık ilişkimiz tescillendi üstelik herkes de biliyor. Doğal olarak sarhoş oluyorum. Canay'la ben yalnız kalmak için biraz daha uzağa gidiyoruz. Oturunca ben ne söyleyeceğimi bilemediğimden saçmalıyorum. Canay çok gülüyor, sonra beni bir daha öpüyor. Elimi bikini üstünden içeri sokuyorum, ses çıkarmıyor. O gece yatağıma nasıl ulaştığımı hatırlamıyorum.

Ertesi gün kahvaltıda annem:

- “Seni dün gece getiren kız kimdi?” diye soruyor.

- “Arkadaşım.” diyorum. Annem:

- “Dün gece öyle demiyordun ama.” deyip kahkaha atıyor.

Ben kızarıyorum, “ne dedim ulan ben dün gece” diye düşünüyorum. Babam benimle gurur duyuyor, Hakkı Amca akşam rakı içirme sözü veriyor, eniştem havuz başında bira ısmarlıyor. Öğlen yemeğinden sonra ertelenen milli maç yapılıyor. Bu kez Canay da tezahurat yapıyor. Dört sayı farkla yeniliyoruz. Babam Fransız hakemle hiç Fransızca bilmeden tartışıyor. Peter araya giriyor, olay tatlıya bağlanıyor. Akşam yemeğine kadar, kardeşimin tekrar kaybolması dışında, kayda değer bir gelişme olmuyor. Bu kez kabak eniştemin başına patlıyor. Kardeşimi dondurma yerken buluyoruz ve gene saçları ıslak.

Akşam yemeğinde Hakkı Amca'nın ısrarına annem dayanamıyor ve iki kadeh rakı içiyorum. Yemekten sonra üstümü değiştirip çardağa gidiyorum. Canay'ı orada buluyorum. Yanına oturup sarılıyorum. Canay ise üzgün. Aklıma bin türlü şey geliyor. Adi Andi'den şüpheleniyorum. Canay:

- “Biz yarın İstanbul'a dönüyoruz.” diyor.

Yıkılıyorum. Biz üç gün daha buradayız o niye gidiyor, İstanbul'da görüşebilecek miyiz? Gibi sorular kafamın içinde uçuşurken Canay:

- “Anneannem hastalanmış, dönmemiz gerek.” diyor.

Anlayışla karşılıyorum, aslında anlayışla karşılamıyorum ama öyleymiş gibi yapıyorum. Gece tatsız geçiyor, az konuşarak el ele oturuyoruz. Kumsalda yürüyüşe çıkıyoruz, bol bol öpüşüyoruz. Ben İstanbul'da da görüşmemiz zorunluluğunu kendisine açıklıyorum. Çok gülüyor, ben gülmüyorum gayet ciddiyim. Canaysız bir hayat düşünemiyorum. Gece sonunda onu 21 numaraya götürüyorum. Beklememi söyleyip içeri giriyor, bekliyorum. Biraz sonra geri geliyor.

- “İçeri gelsene, kimse yok.” diyor.

Heycandan kalbim duracak gibi oluyor. İçeri giriyorum. Yatağa oturuyor, ben de yanına oturuyorum. Öpüşmeye başlıyoruz. Sonra elimi alıp sütyeninin içine sokuyor, benimse gözlerim kararıyor. Yarım saat kadar çok acemice sevişmeye çabalıyoruz. Sonra bana:

- “Artık git istersen annemler gelir birazdan” diyor.

Ben o an normal zekamın onda birine sahip olduğum için zombi gibi komutlara uyuyorum, kapıya gidiyoruz. Bir kağıda telefon numarasını yazıp elime tutuşturuyor, kulağıma:

- “Ara beni, boya beni.” diyor.

Gülüyoruz. Verdiği kağıdı şortumun bacak cebine koyuyorum. Sonra ilk defa ben onu öpüyorum.

- “Hoşça kal.” diyor, kapıyı kapatıyor.

Ben birşey diyemiyorum. Sallana sallana kaldığımız binaya dönüyorum.

Tatilin kalan kısmını havuz başında çizgi romanlarla geçiriyorum, tatil köyünün marketinde ingilizce çizgi romanlar satılıyor, Asteriks, Conan ve G.I. Joe okuyorum.

Son gecemizde Kıvırcık, Nihan ve Adi Andi'nin babalamasıyla çok sarhoş oluyorum. Herkesle duygusal bir vedalaşma yaşanıyor, bağlantıyı koparmamak için birbirimize söz veriyoruz. Benim aklımdaysa sadece Canay var. Gece yola çıkıyoruz. Ben yolculuğun başında ve sonunda uyuyorum. Kardeşim yemek molaları dışında hep uyuyor. Annem ve babam tatilin kritiğini yapıyorlar, fonda Sezen Aksu çalıyor.

Ertesi sabah eve ulaştığımızda kendimi yatağa zor atıyorum. Uyandığımda herkesin uyanık olduğunu görüyorum. Günlerden pazar, babam eski dünya kupalarından bir maç izliyor, kardeşim bir yandan kurabiye yiyip bir yandan bilgisayar oynuyor, annem ise tatil giyisilerini çamaşır makinesine sokup çıkarmakla meşgul. Neden sonra aklıma Canay geliyor, hemen onu aramak niyetindeyim ancak numarasının yazdığı kağıdı bulamıyorum. Anneme yandan cepli şortumun konumunu soruyorum, kağıt şortun bacak cebinde eminim. Annem verdiği cevapla hayllerimi yıkıyor:

- “Yıkandı o, balkona astım.”

Kadere isyan ederek balkona koşuyorum, şort ters bir şekilde ipte sallanıyor. Hemen ceplerine bakıyorum, hala ıslak, ve cepten hamur olmuş bir kağıt yumağı çıkıyor. Dünya başıma yıkılıyor, hayatımın aşkına asla ulaşamayacağımı düşünüyorum. O gece hiç uyuyamıyorum. Canay'ı da bir daha hiç görmüyorum.

Wednesday, May 27, 2009

Bir cinayetin anatomisi

Merhaba dünyalılar,


Cinayet kelimesinin TDK Büyük Türkçe Sözlüğündeki karşılığı: “adam öldürme, adam öldürme derecesinde ağır suç.” olarak belirtilmiş. “Adam” derken kastedilen “insan” eşeklik etmiyoruz bunun için sözlüğe bakmıyoruz, ya da eşeklik bizde kalsın kendimizi önce sağlam kazığa bağlayalım diyoruz ve bakıyoruz: toplam on yedi anlamın ikisinin insan olduğunu görüyoruz – neden ikisi? Çünkü hem “adem” hem de “ar” kökünden adam kelimesine ulaşılabiliyormuş bunu öğreniyoruz- Her şeye baktık üşenmiyoruz “Öldürmek” fiilinin anlamına da bakıyoruz: “bir canlının hayatına son vermek.” daha başka bir çok anlam içinden -soğanın ölmesi durumu da var.- bizi ilgilendiren bu diye düşünerek devam ediyoruz. Diyebiliriz ki cinayet: “insan hayatına son verme, insan hayatına son verme derecesinde ağır suç” anlamına geliyor.


İnsan hayatına son vermek” kısmı yeterince açık. Daha az açık olan “insan hayatına son verme derecesinde ağır suç” kısmı. “İnsan hayatına son verme” ile denk tutulabilecek bir suç düşünüyoruz... Bulamıyoruz -ben bulamıyorum yani ama yazıya birinci çoğul kişi olarak başladım bozmuyorum- Koskoca TDK manyak mı? Evet, zaman zaman “izlengeç” gibi sapkınlıklar yapabiliyor bu kurum ama biz bunda bir ard niyet aramıyoruz, boş bulunuyorlar her halde. Neyse konudan uzaklaşmayalım; TDK kafamızı karıştırmak için uğraşmadığına göre bizde bir dingillik var demek. Hemen bir bilene danışıyoruz: “Cinayet dediğin ille de kanlı bıçaklı olmaz, aşk da bir cinayettir.” diyor Ferhan Şensoy, ona güveniyoruz. Koskoca Ferhan Şensoy, koskoca TDK ile bir olup bizimle dalga geçmek niyetinde değilse doğru iz üzerindeyiz.


Demek ki “İnsan hayatına son verme derecesinde ağır suç” denilen şey “aşk”. Geleneği bozmuyor hemen TDK Büyük Türkçe Sözlüğe bakıyoruz “aşk” için ne demiş: “Aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi, amor” Tanımdaki son kelime olan “amor” un Fransızca olmasının nedenini anlayamıyoruz, Fransızca bilen yurttaşlarımız için konmuş her halde oraya. Bu durum Ferhan Şensoy ve TDK'nın bizi kafalıyor olma ihtimalinden fena halde kıllandırsa da devam ediyoruz. Demek ki “aşırı sevgi ya da bağlılık duygusu” “adam öldürme” kadar ağır bir suç. Bu durumda TDK ve Ferhan Şensoy ile Türk Ceza Kanunun aynı fikirde olmadığına şükrediyoruz. Ya da aynı fikirdeler ama kanıtlanması zor bir suç olduğu için kimse hüküm giymiyor, bilemiyoruz.


Demek “aşk” dediğimiz tehlikeli bir durum bunda zaten hem fikiriz. Ancak nasıl suç oluyor bunu anlayamıyoruz. Aşık olduk diyelim birine. O kişiye “aşırı sevgi ve bağlılık duygusu” geliştiriyoruz. Eğer o kişi de benzer bir şekilde bize karşı “aşırı sevgi ve bağlılık duygusu” geliştirirse bunu adli makamlara bildirmeden çok kriminal bir hikaye yaşıyoruz. Burada bir sorun yok, zaten suç işliyoruz üstelik iki kişiyiz bildiğin “suç işleme amaçlı örgüt” -ki bu tanım Türk Ceza Kanununda var, aman diyeyim- kuruyoruz, kanunları sallamadığımız ortada. Demek ki iki eksinin bir artı ettiği bir durum bu “aşk” mevzusu.


Mesele o kişi de bize karşı “aşırı sevgi ve bağlılık duygusu” geliştirmezse başlıyor. Bu durumda bütün suç bizde oluyor. Üstelik örgütlü olmadığımız için hıyar gibi acı da çekme olasılığı var. Ancak “aşırı sevgi ve bağlılık duygusu” geliştirmemek suç değil. Diğer kişinin bir suçu yok ortada, aşık olmadı ki bize; o masum. Ama o da suç ortağımız olsun istiyoruz. Olmuyor işte bazen, suç işlediğimizle kalıyoruz.


Demem o ki eşeklik bizde. Durduk yerde elin insanına ne diye “aşırı sevgi ve bağlılık duygusu” geliştirir ki insan? Maalesef oluyor ama. Elde değil: her cinayet de taammüden işlenmiyor.

Paranoya, devrim ve giyotin...

Merhaba dünyalılar,

Deniz biyolojisine ayırdığım bunca yazıdan sonra biraz da tarih diyorum ve başlıyorum:

6 mayıs 1758 günü Maximilien François Marie Isidore de Robespierre dünyaya geldi. Babası Maximilien Barthélémy François Robespierre yeni doğan oğluna babasının da adı olan Maximilien'i uygun gördü. Aynı ismi kullanmak ya bir aile geleneğiydi ya da yaratıcılıktan yoksun bir aileydiler. Ancak küçük Robespierre otuz yıl kadar sonra tarihe adını silinmeyecek biçimde kazıyacaktı.

Küçük Robespierre onbir yaşını biraz geçmişken Korsikalı bir avukat da yeni doğan çok kısa boylu oğluna Napoloen adını koymakla meşguldü. Robespierre'nin henüz bundan haberi yoktu elbette. Bonaparte ailesinde çocuklarına aynı adı koyma geleneği henüz gelişmemişti bu eylemin gelenekleşmesi için küçük Napoleon'un baba olmasını bekleyeceklerdi.

Küçük Robespierre hukuk eğitimi almakla meşgulken Küçük Napoloen vaktini kardeşleriyle birlikte Korsika'da atçılık oynayarak geçirmekteydi.

Artık küçük olmayan Robespierre 1782 yılında Arras'taki hakimlik görevinden idam cezasına karşı olduğu için istifa ederken tarihin en büyük şakalarından birini yaptığının farkında değildi henüz. Bu esnada küçük Napoloen askeri okuldaki üçüncü yılını tamamlamıştı üstelik ortada hiçbir şekilde şaka olarak addedilebilecek bir durum yoktu.

1789 yılına gelindiğinde meşhur Fransız Devrimi harekete geçmişti ve artık kazık kadar olan Robespierre, Danton ve Marat isimli yurttaşlar ile birlikte Devrimin liderliğine soyunmuştu. Bu esnada yaş olarak değilse de boy olarak hala küçük olan Napoloen da memleketi Korsika'da kim bilir ne kadar güzel şaraplar içerek karşı kıyıdaki devrimi seyretmekteydi.

1792 yılı geldiğinde Napoloen genç bir üst teğmendi ve devrimci fraksiyonlardan Jakobenleri desteklemekteydi. Bu esnada Robespierre Kral 16. louis'i idam ettirmekle meşguldü.

Bir yıl sonra Robespierre meclisteki muhalefetle uğraşıyorken Napoloen Korsika'lı ayrılıkçıların lideri Pasquale Paoli ile anlaşmazlığa düştüğü için ailesiyle birlikte Fransa'ya kaçtı. Robespierre'nin muhalefetle uğraşması tarihe “terör rejimi” olarak geçecek süreci başlatırken Napoloen bir yıldır Fransız ordusunda yüzbaşıydı.

Robespierre devrimi güvence altına almak, devrim düşlmanlarını ortadan kaldırmak amacıyla 1285 kişiyi giyotine gönderirken yirmi dört yaşında idam cezasına karşı olduğu için yargıçlık görevinden istifa ettiğini hatırlayıp gülmüş müdür bilemiyoruz, bu konuda bir kayıt tutulmamış. Ancak bu 1285 kişi arasında devrim liderlerinden Georges Jaques Danton gibi isimlerin olduğunu biliyoruz. Ki bu Danton efendi Robespierre ile birlikte “terör rejimi” ni başlatan kişilerden biridir. Ancak kendisi daha sonra “Biraz abarttık galiba Max!” demeye başlamış, Robespierre “Ölmek var dönmek yok!” şeklinde cevap vermiş ve hatta sözünü önce Danton'u idama yollayarak sonra da kendisi giyotini boylayarak tutmuştur. Bu esnada Napoloen Toulon'da cumhuriyete karşı çıkan ayaklanmanın bastırılmasını ve şehri kontrol altında tutan İngiliz güçlerinin çekilmesini sağlamış Tümgeneral rütbesine yükselmişti. Robespierre'nin küçük biraderi Augustine Robespierre ile kişisel ilişki geliştirip Robespierre'nin gözde generali haline gelen Napoloen, Maximilien Robespierre'nin ölümüyle ev hapsine gönderildiğinde yıl 1794'tü.

Robespierre kimilerine göre iktidar hırsının da etkisiyle, kimilerine göre salt devrimin güvenliğini sağlamak amacıyla kendi yoldaşlarını bile idama göndermekten çekinmemişti. Kendi kellesinin kopmasından korkmamasını Conciergerie'de geçirdiği son gece bina önünde toplanan taraftarlarını devrime inancı tam olduğu ve cumhuriyete karşı savaşmayı reddettiği gerekçesiyle dağıtmasından anlıyoruz. Robespierre devrimin tamamlanmasının ancak cumhuriyetin alternatifsiz ve tartışmasız olasılık olarak kalmasıyla mümkün olacağı inancındaydı. Fakat dünya kavanoz dipli, talih şakacı ve kader tabi ki kahpe olduğundan Fransız Devriminin sona ermesi ancak 9 kasım 1799'da kendisinin çok güvendiği Napoloen'un darbesiyle mümkün olacaktı. Sieyés ve Ducos ile birlikte darbeyi gerçekleştiren Napoloen bu hareketin en güçlü lideri olan Sieyés'i alt ederek Fransa Konsulü seçilecek, cumhuriyet ideallerini yaymak amacıyla Avrupa kampanyasını başlatacak, kara Arupasının hemen hemen tamamını işgal edecek, ancak 1804 yılında kendi elleriyle Fransa İmparatoru tacını kafasına yerleştirerek Cumhuriyet hayalini geçici olarak gömecekti.

Robespierre'nin korkuları ölümünden on yıl sonra gerçekleşecek ve Fransa'nın kan gölü olmasını sağlayan devrim Avrupa'nın kan gölü olmasıyla son bulacaktı. Robespierre için paranoyak sıfatını uygun görenler olmuştur şüphesiz. Ancak korkuları -ölümünden on yıl sonra bile olsa- gerçekleşen bir paranoyak olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Demem o ki paranoya ancak darbeyi beklediğiniz yer konusunda yanılırsanız tehlikeli bir davranış bozukluğudur, sizi giyotine bile götürebilir. Her paranoya adamı ipe götürmez ,kimisi de adamı ipten alabilir.

Sunday, May 24, 2009

“Eğer beni sevseydiniz, hepiniz bu gün kendinizi öldürürdünüz.” *

Merhaba dünyalılar,


Deniz memelileri'nin denizde yaşayan memeli canlılar olmaları hemen herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bilim adamları bu konuda çok ikna edici kanıtlar ortaya koymuşlardır. Üstelik kendilerine doğal ortamlarında rastlarsanız en azından denizde yaşadıklarını gözlerinizle görebilirsiniz. Memelerini göremeyebilirsiniz, bunun da iki nedeni olabilir; ilk olasılık yeterince yakından bakmıyor olmanız. İkinci olasılık daha yalın, “memeli” ne demek bilmediğiniz için hıyarlık ediyorsunuz.


Bunların yanında bu canlıların bizim saygıdeğer atalarımız gibi bir zamanlar denizlerden karalara göç ederek karada yaşamaya uyum sağlamayı başarmış kimi canlıların torunları oldukları nispeten daha az bilinen bir gerçektir. Bilim adamları bu konuda hem fikirdir, ancak kamuoyu konuya gereken ilgiyi göstermemiş olabilir. Şimdi bu arkadaşları karaya çıkıp akciğer gibi kimi organları geliştirmek zahmetine katlandıktan sonra tekrar denize döndürenin ne olduğu hakkında pek bir bilgimiz yok. Ama bir yerde hata yaptıklarına karar vermiş olmalılar ki böyle bir geri adım atmışlar. Belki de kara ortamını sevmediler, bilemiyorum. Ama sebep her ne olursa olsun yapılan bir hatayı fark edip bundan dönmenin oldukça bilgelik gerektiren bir davranış olduğuna hemen herkes katılacaktır sanırım -bilim adamları bu konu hakkında yorum yapmamaktadırlar- demek ki deniz memelilerinin erdem sahibi arkadaşlar olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Üstelik bu canlıların bu güne kadar hiçbir savaşı başlatmamış olmaları ve soykırım yapmadıkları gerçeği bu iddiayı desteklemektedir.


Peki biz neden bu eşeklikleri yapıyoruz? Belki bizim de denizlere geri dönmemiz gerekiyordu zamanında, ya da en azından ağaçlardan aşağı inmemeliydik emin değilim. Bu güne kadar bir tür olarak çok hata yaptığımız ortada. Peki bu hataları düzeltebilir miyiz? Elbette, hiçbir şey için geç kalınmış sayılmaz. Mesela isteyenler ağaçlara tekrar tırmansa, isteyenler denizlere dönse belki çözümün başlangıcı olabilir. Ancak bu yollarla sonuç almak çok uzun sürecektir. Üstelik bir çok türdaşımız bu fikirleri hoş karşılamayacaktır şüphesiz. Bunun nedeni kendimizi maymunlardan, kutup ayılarından ve hatta deniz memelilerinden daha üstün görmemizdir. Oysa ki biz ilahi harikalar değiliz. Aksine hayatta kalmak için işbirliğine ihtiyaç duyan milyonlarca mikro organizmanın işbirliğinin sonucu olarak ortaya çıkan yaratıklarız. Yıllar boyunca, hümanizm gibi fikirlerle, tanrının seçilmiş çocukları olduğumuz inancıyla yaşadığımız için bunu kabul etmek zor olabilir. Ama olaya bir de şöyle bakmak lazım: bu fikirler bizi nereye getirdi?


Demem o ki deniz memelilerinden öğrenebileceğimiz çok şey var yeter ki bakış açımızı değiştirelim.


*"if you loved me, you'd all kill yourselves today." from "Transmetropolitan" by Warren Ellis