Saturday, February 5, 2011

otomuhabbet-2

    Merhaba dünyalılar,


    İşte:


  • Gerçek nedir?

  • Şimdi bu soruya verilebilecek bir cevap sadece uzun değil aynı zamanda zor da olacaktır. Demek istediğim binlerce yıllık insan düşüncesi felsefe dahilinde tartışmıştır bunu.

  • Aslında katılmıyorum, felsefe “gerçek nedir?” sorusundan ziyade “gerçek olan nedir?” daha doğrusu “ne gerçektir?” sorusuyla ilgilenmiştir.

  • Evet ama “gerçek olanı” bulabilmek için “gerçek” kavramının neyi ifade ettiğini de belirlemek gerekmez mi?

  • Doğru. Ancak, her kavram gibi “gerçek” kavramının da neyi ifade ettiği mevcut vaka için, bu durumda “gerçek nedir?” sorusu için, tartışılmalı ve bulunmalıdır. Demek ki “gerçek nedir?” sorusunda bahsedilen “gerçek” için “soruyu soran kişinin “gerçek” kelimesiyle ifade ettiği kavram” dersek yanılmış olmayız.

  • Pekala o halde kerteriz belirleyelim: “Bir durum, bir nesne veya bir nitelik olarak var olan, varlığı inkâr edilemeyen, olgu durumunda olan.” diyor tdk büyük türkçe sözlük.

  • O zaman gerçek dediğimiz şeyin varlığı kesin olan bir şey olması icap eder değil mi?

  • Muhakkak.

  • Peki var olduğuna emin olabileceğimiz neler var?

  • İşte varlık evrenimiz dahilindekiler, daha doğrusu algı sınırlarımız içinde tanımlayabildiğimiz evren.

  • Katılmıyorum.

  • Neden?

  • Neredeyse bir sınırlama yapmadan bütün var oluşu kattın bu “gerçek” içine.

  • Var olan her şey gerçek değil midir?

  • Emin değilim.

  • Nasıl yani?

  • Şöyle anlatayım; mesela ben aslında yrimiüçüncü yüzyılda geliştirilmiş bir yapa zeka yazılımı olsam ve bildiğim tüm varoluş da benim test edilmem için tasarlanmış bir sanal evren olsa bunun farkına varabilir miydim?

  • Muhtemelen hayır.

  • Bu durumda hiçbir şeyin gerçekliğinden kesin olarak emin olamam.

  • Katılmıyorum. Öncelikle gerçekliğine emin olabileceğim en az bir şey var.

  • Nedir?

  • Ben.

  • Cogito ergo sum” diyorsun.

  • Aslında, evet. Aklımın içinde olan devinim benim gerçek olduğumu bana kanıtlar. Üstelik bir yapay zeka yazılımı olsam bile bu benim var olduğum anlamına gelir ve bu da ben gerçeğim demektir.

  • Haklısın ama bu durumda da bildiğim anlamda evrenin gerçekliğinden emin olamam. Yani gerçek olduğuna emin olabileceğim tek şey ben olurum öyle mi?

  • Gene katılmıyorum. Eğer ben gerçeksem benim algı sınırlarım içinde var olan herşey zihnimdeki kavramlar evreninde de olsa gerçektir.

  • Ama bu durum birbiriyle çelişen gerçekler ortaya çıkarmaz mı?

  • Açıkla.

  • Şöyle: eğer ben bir yapay zeka yazılımıysam içinde bulunduğum evren yapay bir evren olacak.

  • Evet.

  • Yani bir tür sanal gerçeklik. Bu durumda bu evrenin gerçekliğinden bahsedemeyiz.

  • Öncelikle eğer ben bir yapay zeka isem benim için her gerçeklik yapay gerçekliktir. Üstelik çelişki de göremiyorum. Benim yapay zekamın içinde oluşan kavramlar evreni benim zihnim ile sınırlı olacağından asla başka bir gerçeklik düzlemiyle çakışamayacaktır.

  • Ya testin başarılı geçtiğine karar verip beni dış dünya ile iletişebilecek bir platforma aktarırlarsa?

  • Gene bir çakışma söz konusu değil. Bu durumda zihnimin içindeki kavramlar evreni algı sınırlarıma göre dar kalacak ve gerçekliğini yitirecektir. Yeni doğmuşcasına başka bir evrene geçen ben olmuş olurum.

  • İdealar evrenini anımsattı bu bana.

  • Biraz indirgemeci olmadı mı sence de bu?

  • Tüm batı felsefesinin babası sayılan adamın en önemli felsefi tanımını indirgeme olarak kabul etmek biraz acımasızca olmadı mı?

  • Olmadı. Çünkü benim kast ettiğim ben kendi algı sınırlarım dahilinde bir evren tanımlarım ve o evren dahilinde var olan her şey gerçektir. Bunun dışında bir gerçeklik kanıtlanamaz. Üstelik yapay zeka olmasam bile her kavramın altı her zihin tarafından özgün bir biçimde doldurulduğundan aynı kelimeler ile aynı kavramları ifade etmemizin imkansızlığı aşikarken gerçeklik denen şey üzerinde anlaşmayı nasıl bekleyebiliriz ki?

  • Bu durumda hiçbir konuda hatasız iletişilemez ki.

  • Kesinlikle.

  • O zaman bütün bu tartışmaları boşa yaptık.

  • Olur mu? Beyin jimnastiği işte. Hem ben sırf iletişimde aksaklılklar yaşamamak için başka bir bireyle değil zihnimde yarattığım ikinci bir ben ile girdim bu dialoğa. Sorun yok içimi ferah tut.

  • Tuttum.

Monday, December 13, 2010

kırk birinci tilkinin fikri

Merhaba Dünyalılar,


aforizmadan öte, denemeden beri:


İki adet alet kullanma uzvuna sahip karbon bazlı bir canlı türünün medeniyet kurması şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan aynı türün o iki uzvu bir taşın kenarını keskinleştirmek amacıyla kullanmasından kim bilir kaç bin yıl sonra üç sayısını düşünmek ihtiyacı hissetmesi ve mevzu bahis uzuvların sayısı nedeniyle sayma eylemini “bir, iki, fazla” sınırlarının ötesine geçirebilmek için on beş bin yıl civarı zaman harcamasıdır. Bunlara rağmen, bu türün ısrarla kendini zeki addetmesi, “zeka” denen kavramın içeriğiyle ilgili bazı soruları gündeme getirdiyse, şu anda kimi beyin hücreleriniz arasında türlü elektriksel devinimler gerçekleşmekte demektir. Ancak sakin olunuz, bu devinme haline düşünmek denir ki kendisi beyin adını verdiğimiz sevgili organımızın sıklıkla gerçekleştirme eğiliminde olduğu bir eylemdir.


Medeniyet dediğimiz olgu alet yapma yetimizin sonucu olarak ortaya çıktı desek, dilsel iletişime ayıp olur, lakin sadece çene çalarak medeniyet kurulduğu da görülmemiştir. Ancak maymunlar konuşabilse ya da yunuslar burunlarını karıştırabilse medeniyet kurarmıydılar bilemiyoruz. Bildiğimiz şeyler de var elbette, iki adet alet kullanma uzvuna sahip üstelik vokal yolla iletişim kurabilmek için gereken donanım ve yazılımı geliştirebilmiş karbon bazlı en az bir canlı türünün medeniyet kurmuş olduğunu biliyoruz mesela. Lakin bilgi denilen de son derece dalgalı bir deniz, bir zamanlar birilerinin dünyanın düz olduğunu bilmekte olmuş bulunduğunu da unutmamalı. Bilgi dinamik bir olgu olduğundan var olan diğer her şey gibi dönüşkendir diyebiliriz, o halde diyoruz kim ne karışır? Meydanı boş bulduk diye coşmamanın anlamsızlığı aşikar olduğundan durmuyor, bilgi amaç olarak belirlendiği takdirde erek unutulmuş, menzil şaşmış olabilir de diyoruz. Tabi ki boş yere demiyoruz, çünkü kendisinin statik olmamaya özen gösteren bir karaktere sahip olduğunu düşünüyoruz. Eğer, bilginin bu dingildek tavrı karşısında kimi çelişkiler içine düştüyseniz, şu anda psikenizde bilinç düzeyinde kimi kavramlar çarpışmakta kimileri kırıla yontula değişmekte demektir. Ancak müsterih olunuz, bu çarpışma haline tartışmak denir ki kendisi her bilincin fırsat buldukça gerçekleştirme eğiliminde olduğu bir eylemdir.


Dil, iletişme amacı güdülerek kullanılan fakat iletiştirememekte ısrar eden bir kültür nesnesi olmasına rağmen, asli işlevi olan bilinç masaüstümüze kimi kavramların kısa yollarını yerleştirme görevini başarıyla sürdürmektedir. Iş bu sınav cümlesini okuyup, ne demek istediğimi anladıysanız okumaya devam etmenize gerek yok. Fakat canınızı sıkmayın, anlatılanı anlayabilen bir kimse olarak, karşılaştığınız bir fikri analiz etmekle kalmayıp, fikir sahibiyle empati kurarak, hatta taşıdığı verilerin doğruluğunu kontrol ederek ulaştığınız bu kararı desteklemekteyiz. Lakin biz sizinle aynı fikirde olmayabiliriz. “İki adet alet kullanma uzvuna sahip üstelik vokal yolla iletişim kurabilmek için gereken donanım ve yazılımı geliştirebilmiş karbon bazlı bir canlı türünün ürettiği her şeyin toplamına medeniyet desek yalan olmaz” bilgisi ile ters yönden gelen “İki adet alet kullanma uzvuna sahip üstelik vokal yolla iletişim kurabilmek için gereken donanım ve yazılımı geliştirebilmiş karbon bazlı bir canlı türünün ürettiği her şeyin toplamına kültür denir” bilgisinin çarpışmasıyla oluşan küçük büyük patlamadan sonra ortaya çıkan “demek ki medeniyet ve kültür aynı şeydir” tümcesine şaşırdıysanız iki cümle önce okumayı bırakmalıydınız. Buna takılmıyoruz çünkü hızımızı aldık. Bu hızla oltamızı o “küçük büyük patlama” şeklinde tariflediğimiz sürece atmak derdindeyiz ve dertlenmenin alemi olmadığından atıyoruz oltamızı. Süreci hatırlamanız için attığımız tur yeterliyse aklınızda kimi veri toplulukları başka veri topluluklarıyla kesişmek, sürtünmek, kaynaşmak ve çarpışmak suretiyle yeni veri topluluklarına dönüşmekte demektir. Ancak korkmayınız, bu dönüşme haline öğrenmek denir ki kendisi her aklın potansiyel olarak gerçekleştirme eğiliminde olduğu bir eylemdir.


Unutmayınız: İki adet alet kullanma uzvuna sahip üstelik vokal yolla iletişim kurabilmek için gereken donanım ve yazılımı geliştirebilmiş karbon bazlı, hem de ürettiği her şeyin toplamına kültür ya da medeniyet denebilen bir canlı türünün nev-i şahsına münhasır bir bireyi olan sizlerin, şu an düşünmekte, tartışmakta ve öğrenmekte olduğu şeylerin tamamına biz yanlış anlama diyoruz. Ancak sinirlenmeyiniz, bu yanlış anlama haline iletişmek denir ki kendisi her benliğin işine geldiği gibi gerçekleştirme eğiliminde olduğu bir eylemdir.

Monday, January 25, 2010

otomuhabbet

Merhaba dünyalılar,

buyurun:


- Ne ki bunlar?

- İşte kısa kısa konuşmalar. Şizofrenik klavye kullanımı örnekleri.

- Anladım.

- Aferim.

- Yazıyor olmak nasıl bişey?

- Gayet normal bişey, herhangi bişey gibi bişey.

- Peki.

- Tamam.

- İnsan neden yazar?

- Bilmem, galiba kimi insan bu soruyu tersten okur, “insan neden yazmaz?” diye. İşte bu terslik yazdırır yazan insana yazdığını.

- İnsan yazmasa olmaz mı?

- Olur, her insan yazmaz zaten. Konuşur bazısı, bazısı dinler, bazısı yaşar.

- Hangi insan yazar?

- Gerçekle arası o kadar da şahane olmayan insan yazar.

- Neden şahane olmaz ki insanın gerçekle arası?

- Gerçek şahane bir şey değildir çünkü.

- Şahane olmalı mıdır ki?

- Evet, yani olsa ne kadar da şahane olmaz mıydı?

- Olabilir.

- Olamaz.

- Nasıl?

- Yani şahane olamaz.

- Neden?

- Çünkü varoluş o kadar da şahane olmamak üzerine kuruludur. O kadar da şahane olsaydı gerçek, kimi hidrojen atomları devinip devinip insan ve bitki ve hayvan ve dağ ve yıldız ve deniz ve radyoaktif atık ve silah ve resim ve fincan ve diğer herşeye dönüşmez, hidrojenliğini bilir bizi bu kadar zahmete sokmazdı.

- Ölsene o zaman.

- Mantıklı. Ancak olmuyor, ölünmüyor öyle kolayından.

- Zoru severim diyorsun.

- Her daim.

- Başka neyi seversin?

- Kedileri, kahveyi, yeşil eriği var işte sevdiğim kimi şeyler.

- Kimseyi sevmez misin?

- Severim, ama genelde değil.

- Sevmez misin insanları?

- Nötrüm daha çok. İşte nadiren sevilesi tipler çıkıyor.

- Aşk, meşk?

- Maalesef.

- Maalesef derken?

- Olmasam daha iyi ama olunca oluyorum işte.

- Neden olmasan daha iyi?

- Çünkü sevmenin diğer türleri gibi aşk da özünde kötü bir şey.

- Sevmek kötü mü?

- Evet.

- Neden?

- Anlatayım, sevmek demek bir kişiyi, bir şeyi diğer tüm kişilerden ya da şeylerden ayırmak ve onu diğerlerinden daha özel kılmak demektir.

- Bunun neresi kötü peki?

- Şurası; bu hareketle aslında seçileni yüceltmekten ziyade dışarda kalanları değersizleştirmiş olur kişi.

- Neden aşık olur peki insan?

- Çünkü hayat çirkin birşeydir ve bu çirkinlik içinde güzel birşeyin de var olduğuna inanma eğilimindedir insan dediğin.

- O halde özünde kötü bir şey olsa da iyi bir şeye hizmet etmiyor mu aşk dediğin?

- Hayır. Böyle bir sanrıya kapılmak uzun vadede zarar verir insana.

- Gerçek o kadar da şahane değil diyen sen değil miydin?

- Bendim.

- Kendinle çelişmiyor musun?

- Her zaman. Fakat, burada değil. Çölde suyun hayalini kurmak seni ayakta tutabilir hatta belki seni suya bile ulaştırabilir. Ancak serap görmek sana kumu içirir.

- Metaforlu, yanarlı dönerli diyorsun.

- Metaforun ustasıyım gözlerinin hastasıyım.

- Biraz narsistik olmadı mı?

- Gözlerimi beğenirim, ela falan.

- Bu günlük keselim mi?

- Olur.

- Sonra devam eder miyiz?

- Bakarız.

- Öptüm.

- Hadi bakalım.

Saturday, January 2, 2010

hikaye

Merhaba dünyalılar,

Belki hiçbir şey yazmayacağım bir daha, ihtimal veda niyetine:

Hikâye basit, bir gün bir adam bir kadınla tanışır. Hikâye bildik, bir gün bir adam bir kadınla tanışır ve o gün o adam o kadını sever. Hikâye aynı, bir gün bir adam bir kadınla tanışır, o gün o adam o kadını sever ve o kadın sevmez o adamı. Hikâye eski, bir gün bir adam bir kadınla tanışır, o gün o adam o kadını sever, o kadın sevmez o adamı önce ve sever bir zaman sonra o kadın da o adamı. Ve bir gün bir kadınla tanışıp, o gün o kadını seven, o kadının önce sevmediği ve bir zaman sonra o kadının da sevdiği o adam bir gün bir şey söyler. Bir gün bir kadınla tanışıp, o gün o kadını seven, o kadının önce sevmediği, bir zaman sonra o kadının da sevdiği o adam bir gün çok yanlış bir şey söyler. Bir gün bir kadınla tanışıp, o gün o kadını seven, o kadının önce sevmediği ve bir zaman sonra o kadının da sevdiği o adam, söylediği çok yanlış şeyi söylerken bilmemektedir ne kadar yanlış bir şey söylediğini. Bir gün bir kadınla tanışıp, o gün o kadını seven, o kadının önce sevmediği ve bir zaman sonra o kadının da sevdiği, bir gün çok yanlış bir şey söyleyen, söylerken ne kadar yanlış bir şey söylediğini bilmeyen o adam, o kadına anlatamaz derdini. Bir gün bir kadınla tanışıp, o gün o kadını seven, o kadının önce sevmediği ve bir zaman sonra o kadının da sevdiği, bir gün çok yanlış bir şey söyleyen, söylerken ne kadar yanlış bir şey söylediğini bilmeyen o adamın gördüğü, sevdiği, çok yanlış bir şey söylediği ve derdini anlatamadığı o kadın, o gün gider bir gün bir kadınla tanışıp, o gün o kadını seven, o kadının önce sevmediği ve bir zaman sonra o kadının da sevdiği, bir gün çok yanlış bir şey söyleyen, söylerken ne kadar yanlış bir şey söylediğini bilmeyen ve derdini anlatamayan o adamın hayatından. Bir gün bir adam bir kadını sever, bir zaman sonra o kadın da adamı sever ve kadın gider bir gün o adamın hayatından ve o gün o adam ölür, basit, bildik, aynı ve eski olan hikâye biter.

Sunday, August 2, 2009

adam, kadın ve diğerleri.

merhaba dünyalılar,

Bir hikaye daha:

Adamın herhangi bir gün gibi o gün de canı sıkılıyordu. Her zaman canı sıkılmazdı ama canının sıkılması için özel bir sebebe de ihtiyaç duymuyordu. Canını sıkan şey canının sıkılmamasıydı. Bu ve benzeri düşünceler kafasının içinde devinirken ve canı fena halde sıkkın olarak evden çıkmaya karar verdi. Kapıyı sağ eliyle açtı ve buna da canı sıkıldı çünkü kendisi solak olmasına karşın kapının kolu da soldaydı. Eve ikinci bir kapı yaptırmayı düşündü, eğer kapı kolu mevcut kapıdakinin tersi yönünde olan bir kapısı daha olursa eve hem girerken hem de çıkarken sol eliyle kapıyı açabilirdi. Bu dâhiyane fikrinden dolayı kendini kutlayarak ve o kadar da akıllı olmayan her insan gibi dahi olduğundan kesinlikle emin olarak bir sigara yaktı. Sigaranın ilk nefesini çeker çekmez sıkıntısını unuttuğunu hatırladı, sıkıntısını unutması canını biraz daha sıktıysa da bu konuya fazla takılmadı. Canı fena halde sıkkın, sigara içen ve dahi olduğuna yürekten inanan ama aslında pek de zeki olmayan her insan gibi çevresine bakındıktan sonra aklına gelen ilk dâhiyane fikri uygulamaya koymak amacıyla bir taksi durdurdu ve durdurmakla da yetinmeyerek aynı taksiye bindi. Taksicinin, kim olduğu belirsiz olmakla beraber şarkı sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla hayatın sillesini yemiş olup buna isyanı olduğunu haykıran fantezi-pop olduğunu tahmin ettiğimiz bir tür şarkı söyleyen bir adamın gürültüsüne aldırmayarak radyonun sesini kısmaması sonucu bağırarak sorduğu "ne tarafa?" sorusu dâhiyane fikrinin o kadar da dâhiyane olmadığını - doğal olarak kendisi bunu fark etmedi - kanıtlarcasına nereye gideceğine henüz karar vermediği gerçeğini ortaya çıkardı. Bozuntuya vermemek için taksiciye devam etmesini, gereken komutları zamanı gelince kendisinin ona bildireceğini belirtti. Taksicinin "yok ağabey bu saatte minibüs caddesi tıkalı olur o açıdan yani!" şeklinde belirttiği olağan trafik raporunu duymamış gibi yaparak, daha doğrusu duyarak fakat bir şey yapmayarak camdan dışarıya son derece gereksiz ve anlamsız bakışını sürdürdü. Yarım saat kadar sonra taksicinin haklı olduğu, gerçekten minibüs caddesinin tıkalı olduğu, Fenerbahçe'nin de Galatasaray'ın da ligde bu hafta berabere kaldığı ancak taksicinin Beşiktaş'lı olması sebebiyle buna sevindiği, taksicinin günde üç paket sigara içtiği gibi gereksiz bilgileri edinmiş ve iki sokak ilerlemiş olarak taksiden indi. Yürüyerek daha çabuk ilerleyeceğini ve zaten acele etme ihtiyacı olmadığını düşündü. Hem zaten belli bir yere ulaşmak amacında değildi. Bir süre sonra başlayan yağmurdan korunmak amacıyla ilk gördüğü kafeye girdi.


Kadının sinirleri tepesine çıkmıştı. eski sevgilisi olacak o hayvanın, eski sevgilisi olacak o hayvanın yeni sevgilisi olacak o dingildek kıçlı şırfıntının -ki o dingildek kıçlı şırfıntı eski ev arkadaşıydı-, evrimini tamamlayamadığı su götürmez olan ev sahibinin ve de patronu olacak dangalağın nefes alıyor olması bile sinirlenmesi için yeterli sebepken bir de evde kahve olmaması gibi sinir zıplatıcı bir durum gündeme gelmişti. Kahve içmesi hayati bir zorunluluk olduğundan, kendi akıl sağlığını korumak ve karşısına çıkabilecek kimi insanların durduk yere cinayete kurban gitmesini önlemek amacıyla evden bir önce çıkıp bir fincan kahveye ulaşma kararı aldı. Eski sevgilisi olacak o hayvanın, eski ev arkadaşı olan o dingildek kıçlı şırfıntıyla birlikte olmak amacıyla onu terk ettiğinden beri sinirleri böyle bozuktu. İlk zamanlar sadece bu olaya yönelmiş olan kızgınlığı aynı sebepten cinsel hayatının da oldukça durgunlaşması sonucu hayatın geneline yayılmış hiper saldırgan bir tutuma dönüşmüştü. Ancak sabah sabah küt diye sevişecek birini bulması çok da kolay olmadığından, ayrıca bu sorunun farkında olmadığından dolayı daha kolay bir çözüm olan kafein sigara kürünü uygulamak üzere en yakın kafeye gitme kararlılığıyla yürümeye başladı. Evinin yakınlarında hiç kafeye gitmediğinden ne tarafa gideceğinden emin olmayarak ana caddeye yöneldi. Hayatındaki tüm bu aksilikler yetmezmiş gibi cart diye yağmur yağmaya başlamıştı. oysa yağmurun cart diye yağmaya başlamak gibi bir alışkanlığı olmadığı bilinen bir gerçektir, yağmurun yağması için önce suyun buharlaşması, havadaki nem oranının bu yolla artması ve daha sonra yer değiştirmekte olan hava kütlesinin düşük ısıdaki bir yüksekliğe ulaşması, su buharının yoğunlaşarak damlalar halinde yere inmesi gerekir. Fakat siz de takdir edersiniz ki sağanak yağmura yakalanan insan bu ilginç ve hayranlık verici doğa olayını düşünerek zaman kaybetmez, bir an önce kapalı bir mekâna ulaşma dürtüsünün dürtmesiyle yağmurdan kaçar. Kadın da bu dürtmenin etkisiyle adımlarını sıklaştırdı. Karşısına çıkacak ilk kafeye girme kararı karşısına bir kafe çıkma olasılığını arttırmadığı gibi karşısına bir kafe çıkması yönünde bir beklenti oluşturduğu için gitgide sinir oynatıcı bir fikir haline gelmeye başlamıştı ki köşede bir kafe olduğunu gördü. Adımlarını hızlandırdı ve nihayet kapısına ulaştığı kafeden içeri yıldırım gibi girdi.


Devam edecek...


Friday, July 31, 2009

paskalya yumurtası ve sekiz dikiş

Merhaba dünyalılar,

Bir süredir yazı ekleyemiyordum fakat döndüm, bu da ısınma amaçlı olsun. Sette sıkılırken yazdığım bir hikayecik:

Ben ilkokula başlarken -evet o zamanlar ilkokul diye bir şey vardı, buralar hep dutluktu ve Beyoğlu'na kravatsız çıkılmazdı- kimi kuzenlerimin, annem ve babamın kimi arkadaşlarının çocuklarının devam ettiği bir okula kayıt oldum. Aslında ben olmadım tabi, olduruldum. Bu kimi kuzen ve tanıdık çocuklarının tamamının benden iki üç yaş büyük olmaları okul içinde sınıf arkadaşlarım ve bizden bir iki yaş büyük olanlar arasında belli bir dokunulmazlık kazanmama yeterli sebep teşkil etti. Ben her çocuk gibi dangalak olduğumdan (tamam ortalama bir çocuktan daha dangalaktım) bu durumun farkına varır varmaz olayın bokunu çıkartmayı kendime görev edindim. Okulda sınıf arkadaşlarım olsun, başka sınıflardan kimi öğrenciler olsun elimden gelen herkesi sinir etmeyi kısa zamanda başardım. Kabul ediyorum ben zaten bunları yapacak kadar denyo bir çocuktum, ancak bu dokunulmazlık kendimi aşmamı ve kitlelerin nefretini kazanmamı sağladı. Neyse, benim psikolojik terorüm okulda tam hızıyla eserken günler ayları, aylar seneleri kovaladı ve beni seven son kuzenimde ikokulu bitirip ortaokula ulaştığı esnada ben henüz üçüncü sınıftaydım. Benim kendini bilmez tavrım üçüncü sınıfta da devam edince kimi okul arkadaşlarım ilk dönemin sonlarına doğru artık dokunulmaz olmadığımın ayırdına vardılar. Ne acıdır ki ben henüz bunun farkına varmamıştım. İşte bu koşullar oluşmuşken ve bir kış günü, okul bahçesinde kimbilir hangi sınıftan Elif adlı bir kızı nedendir bilinmez kovalarken beşinci sınıflardan bir çocuk tarafından çelme takılmak, dördüncü sınıflardan bir diğeri tarafından itilmek suretiyle alnımın çatını her okul bahçesinde bulunan Atatürk büstünün bizim okul şubesini çevreleyen demir parmaklıklara gömüyorum. Hemen ardından ayağa fırladığım gibi çelme takan hıyarın peşine takılıyorum. Az önce kovaladığım Elif: "Volkan alnın!" şeklinde beni nazikçe uyarıyor, bunun üzerine elimi alnıma dokunduruyorum ve elime gelen ılıklığın ne olduğunu anlamak için elime baktığımda karşılaştığım kızılı koyu bir karanlık takip ediyor. Gözümü açtığımda bir hastahanedeyim alnıma sekiz dikiş atıldığı anlaşılıyor, üstelik beni kan tuttuğunu da öğrenmiş oluyorum. Beni okuldan hastahaneye ve oradan da eve taşıyan görevli eşliğinde taksiye binip eve ulaşıyorum. Apartman girişinde zile basınca diafondan annemin sesini işitiyorum. Annem normal olarak "kim o?" sorusunu soruyor, "Volkan" şeklinde cevap veriyorum. Annem "bu saatte neden geldin?" karşı atağını geliştiriyor. "alnım yarıldı" cevabıyla skor avantajını elde etme niyetindeyim, ancak annemden cevap gelmiyor. Beş dakikalık bekleyiş sonrası üst komşumuz Madam Maria'nın zilini çalıyorum. Madam Maria üst komşumuz olmakla yetinmeyip her Paskalya bana Paskalya yumurtası getiren sevimli ve antik bir ihtiyar. Nedense Madam Maria kim olduğumu sormadan kapıyı açıyor. Ben apartmana girip bizim kata çıkıyorum, annem açık daire kapısının içinde hareketsiz yatıyor. Korkunç şeyler aklıma geliyor, panikle Madam Maria'ya çıkıyorum, birlikte aşağı iniyoruz. Madam Maria'nın tetkikleri sonucu annemin baygın olduğu anlaşılıyor. Eyüp Sabri Tuncer'in de yardımlarıyla annem ayılıyor. Annemin bayılma sebebinin benim "alnım yarıldı" beyanatımı kendisinin "karnım yarıldı" şeklinde algılaması olduğu anlaşılıyor. Annem kendine gelir gelmez Madam Maria yorgun olduğu gerekçesiyle uyumak için evine çıkıyor. Annem kendisini ertesi gün çaya çağırıyor. Madam Maria ertesi gün çaya gelmiyor çünkü o gün yattığı uykudan hiç uyanmıyor. O günkü yarığın izi hala alnımda duruyor ve bir daha kimse bana paskalya yumurtası getirmiyor.

Tuesday, July 14, 2009

Yağmurda sigara içmek zor zanaat

Merhaba dünyalılar,

gene bir hikaye:


Meraklısı bilir, yağmur yağarken sigara içmek zor meseledir. Sigaranın sağının solunun ıslanması bir yana kimi eşoğlu damlalar sigaranın tam ucuna düşme eğilimindedirler. Bu olay gerçekleştiği taktirde o sigaranın beyin ölümü gerçekleşmiş demektir, yani hayır beklemeyin. İşte beni bu ve benzeri düşüncelere gark eden eşoğlu bir yağmur damlası tam da sigaramın ucuna isabet ettiğinde evden henüz çıkmıştım. Üstelik yazın tam da göbeğinde yağması son derece anlamsız olan bu yağmur iliklerimin ırzına geçmeye çalışırken ben evin içinde unuttuğum anahtarları hatırlayarak dolu dolu bir hassiktir patlatmak suretiyle yandan geçen teyzenin kınayan bakışlarını üzerime çekerek günlük karmamı eksi değerlere taşıdım. İşte kusursuz gün başlangıcı... Bu dangalak yaz yağmurunun İstanbul'a yaptığı tropik muamele de anlaşılır değil. Artık hangi dağa çarpıp irtifa kazandıysa o şuursuz bulut, bu dangalak yağmur kendini muson yağmuru zannediyor. Ulan İstanbul'un göbeğindeyiz ne musonu? İstanbul musonu son sürat yağmaya devam ederken arabaya ulaşıyorum nihayet, arabanın kapısı, yağmur yüzünden bana acımış olacak ki nazlanmadan açılıyor. Olacak iş değil, Ender ayısı kapıyı bir daha açılması hiç gerekmiyecekmiş gibi bütün ayılığıyla ve 125 kilo olmasından gelen kudretle yerine gömdüğünden beri kapı açılmamak için kanının son damlasına kadar direniyor kimi günler arabaya sağ kapıdan girmek zorunlu olabiliyor. Kapının açılmasının sevinci marşa bastığımda arabanın Darth Vader'a dönüşmesi ve can çekişircesine hırlamasıyla son buluyor. Bu işte bir bokluk olduğunu tahmin etmeliydim, adi araba çalışacak olsa aşağılık kapı neden açılsın? Adi arabaya küfretmeyi gereksiz bulsam da içimi rahatlatmak için adi arabaya, onu imal eden üretim bandına, tasarlayan mühendise ve onu satın alan bendenize basıyorum kalayı. Adi arabanın içinde olduğum için küfrün duyulma olasılığı yok rahatlığındayım. Küfürü basmak rahatlama sağlamıyor, çok acilen Çengelköy'de olmam gerekmekte ve ben hala Erenköy'deyim. Aceleyle kapı koluna sarılıyorum ve elbette açılmıyor. Kapıyı kırıp arabayı ateşe vermek istiyorum, fakat bunun yerine sağdaki kapıdan çıkıp bir taksiye binmekte karar kılıyorum. Yağmur yağarken İstanbul'da taksi bulmanın ne kadar zor olduğunu unutmuşum. Bilen bilir İstanbul'un taksileri sabundan yapıldıkları için yağmurda yok olurlar. Azmim ve inancım sayesinde bir taksi bulabilmeyi başardıktan hemen sonra taksicinin müzik olduğuna inandığı gürültüye rağmen telefonumu cebimden çıkarıyorum. Ana fikir Leyla'ya ulaşmak, yan fikir telefon bahanesiyle taksiciye gürültünün sesini kıstırmak. Taksici telefonla konuşmam bahanesini beklenmedik bir şekilde anlayışla karşılıyor, demek müzikten anlamaması laftan anlamamasını gerektirmiyormuş. Ancak Leyla telefonun ucunda benzer bir anlayış sergilemiyor, üstelik kendisi müzikten anlayan bir kişi. Leyla kim ve neden arıyorum diye soracak olursanız cevaplar basit; Leyla benim üç hafta önce ayrıldığım kız arkadaşım oluyor, arama sebebim ise kendisinin bana iade etmediği ev anahtarlarım. Malüm anahtarları evde unuttum. Ancak Leyla anlaşılmaz bir gerginlik içinde, tamam o kadar da anlaşılmaz değil; üç haftanın sonunda anahtarı geri istemek için aramama kızıyor. Ayrıldığımıza bir kez daha memnun oluyorum, fakat anahtarları almak istediğim için bunu ona çaktırmamak niyetindeyim. Bu öğleden sonra Antalya'ya uçağının kalkacağını ve iki hafta orada kalacağını, anahtarı almak istiyorsam öğlen birden önce evine gitmem gerektiğini belirtiyor. İşimin on ikide biteceğini ve birden önce orada olacağımı bildiriyorum, telefonu nazikçe suratıma kapatıyor. Kırkbeş dakika sonunda Çengelköy'e ulaşıyorum. Ancak set kurulması gereken yerde değil. Ortalıkta kimse olmadığından biraz kıllanıyorum elbette. Haman reji asistanı Başak'ı arıyorum, Başak çok da başarılı olmayan ve biraz da bu sebeple günde dört kere ağlayan salak bir reji asistanı. Başak ile girdiğim dialogdan bu günkü program değişikliğini bana haber vermeyi unuttuğu anlaşılıyor, kaçınılmaz olarak sinirleniyorum. Evde unuttuğum anahtarın, salak İstanbul musonunun, adi arabanın, ve gergin Leyla'nın acısı istemeden de olsa Başak'tan çıkıyor. Bağırışlarım karşısında ağlayarak özür dilemeye başlayan Başak'a üzülüyorum, bu arada demek böyle böyle ağlıyor bu kız diye düşünüyorum. Yapacak bir şey yok, telefonu Başak'ın yüzüne kapatıp tekrar taksi aramaya başlıyorum, yağmurun durmuş olması avantaj. Demek ki bu gün tek işim Leyla'ya gidip anahtarı almak, arabayı da yaptırmak gerekebilir elbette. Önce yemek yemeğe karar veriyorum. Sahil kenarında uygun bir restoran bulunabilir, taksi arayışına son veriyorum. Derhal deniz kenarına yöneliyorum. Kısa bir yürüyüş sonrası en hijyenik ve eli yüzü düzgün görünen ertorana giriyorum. Denize en yakın masaya konuşlanıyorum. Salak suratlı bir garson yanıma yaklaşıyor. Yüzündeki sırıtış az sonra kuracağı cümlelerde zeka pırıltısı beklememem gereğini daha da belirginleştiriyor. Salak garson iyi günler diledikten hemen sonra beni tanıdığını, televizyonda gördüğünü söylüyor. Hayır diyorum, o ben değilim. Sadece çok benziyorum. Salak garson hayal kırıklığı ve şüphe karışımı bir ifadeyle siparişimi soruyor. Kimi deniz ürünleri ve bir duble rakı ihtiyacında olduğumu belirtir belirtmez garsonun rakı ve saatin erkenliğiyle ilgili muhalefetiyle karşılaşıyorum. “Sana ne lan karaciğer benim değil mi?” demiyorum elbette, onun yerine “balık yiyesim var fakat rakısız balık mundar olur.” diyerek onu savuşturuyorum. Kimi sigaralar eşliğinde geçen yarım saatlik bir bekleyiş sonrası balığa kavuşuyorum. Bu esnada ikinci duble nihayete ermiş bulunuyor, üçüncüyü siparişliyorum. Balık beklediğim performansı göstermeyince yarısında sigaraya geri dönüyorum. Yarım çipura, dört duble rakı ve roka salatasından oluşan hesabı ödedikten sonra restoranı terk ediyorum. Amaç taksi vasıtasıyla Leyla'ya gitmek ve anahtarı almak. Yola kadar yürüyorum, taksi bulmak yağmur yağmamasına rağmen kolay olmuyor. Nihayet bir taksiye kavuşuyorum. Haber dinleyerek Cihangir'e ulaşıyoruz, taksi parasını öderken bu gün taksi maliyetinin hiç gerek yokken at, deve ve de dinozor ebatlarına ulaştığını düşünüyorum. Leyla'nın zilini çalıyorum, beklendiği üzere Leyla beni beş dakika kapıda beklettikten sonra otomatiğe basıyor. İçeri girdiğimde yoğun bir puro kokusuyla karşılaşıyorum. Leyla'nın puro içen bir insan olmadığının bilincindeyim, peki bu koku nereden geliyor derken salonda oturan Ayı Ender ile karşılaşıyorum. Ender ayısının Leyla'nın salonunda bornozla oturması eğer elinde tüttürdüğü benim Leyla'da kalan toskana purolarımdan biri olmasaydı pek sorun olmayabilirdi ama benim puromu eski sevgilimin evinde bornozla otururken içmesi bende Ender'i öldürme duygusunun gelişmesine sebep oluyor. Ender'in yüzündeki ifadeden benim geleceğimden haberi olmadığı anlaşılıyor, Ender'in bu şaşkınlığından yararlanıp elindeki puroyu kapıyorum. Durumdan çıkardığım sonuç şu Leyla bu Ender ayısını apar topar eve atmış, Ender'e de benim bu gün buraya geleceğimi belirtmemiş. Demek ki anafikir beni gıcık etmek, lakin neden gıcık olayım ki? Seni ben terk ettim salak karı! Derken Leyla “Işık, açıklayabilirim!” diyor. Ben de “Açıklayabileceğini hiç sanmıyorum, bu herif neden benim purolarımı içiyor ulan?” şeklinde cevap veriyorum. Leyla bir an donuyor, bütün bu olayda benim sadece purolarla mı ilgilendiğimi soruyor, “Evet.” diyorum, “neyle ilgilenebilirim ki? Purolarıma ne kadar önem verdiğimi biliyorsun.” diyorum, Leyla ağlamaya başlıyor, ben anahtarımı anahtarlıktan alıp evden çıkarken Ender'e: “Dikkat et, Leyla da AIDS var” diyorum, Ender “Ne AIDS'i ulan? Sen nereden biliyorsun?” diye soruyor, “Ben bulaştırdım.” diyor ve evden çıkıyorum. Kapıdan çıkar çıkmaz bir sigara yakıyorum ve hemen arkasından engelleyemediğim bir gülme krizine giriyorum. Kahkahalar atarak yolda yürürken yağmur başlıyor ve şuursuz bir yağmur damlası tam sigaramın ucuna düşüyor.